1 Oca 2011

Global 500 Türk - İkinci Araştırma

Küresel şirketler, rekabetçi baskılar karşısında esnek olabilecek yöneticilere, her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyor. Bu da Türk yöneticiler için, okyanusları aşarak fetih zamanı demek...

Araştırma ve röportajlar: Bahar Öztop
Turkishtime -Ocak 2011



İki ay boyunca gece gündüz sürdürdüğüm bu araştırmada, keyifli pek çok röportaj okuyacaksınız. Coca Cola Yönetim Kurulu Başkanı ve CEO'su Muhtar Kent ile röportajımızda,  başarının tesadüf olmadığını birkez daha anladım.

http://www.dijimecmua.com/index.php?c=sw&v=189&s=1754




1 Ara 2010

Anti – Robin Hood!..

Kredi kartları tersine çalışan, yani fakirden alıp zengine veren Robin Hood işlevi görür mü? Boston Federal Bankası’nın araştırması bu soruyu ne yazık ki “Evet görebilir” diye yanıtlıyor.


Boston Federal Rezerv ve ABD Tüketici Ödemeleri Araştırma Merkezi (CPRC) baş ekonomistlerinin yaptıkları araştırma, nakit para kullananların kredi kartı kullananlara her yıl 149 dolarlık fon aktardığını ortaya koyuyor.

Haber: Bahar Öztop

Turkishtime - Aralık 2010


Robin Hood’u nasıl tanırsınız? Zenginden alıp fakire veren bir masal kahramanı olarak değil mi? Fakirden alıp zengine veren bir masal kahramanı aklımıza gelmediği için ‘tersine çalışan Robin Hood’ diye bir kahraman ürettik. ABD’de yapılan bir araştırma kredi kartlarının, tersine çalışan bir anti-Robin Hood gibi işlev görebileceğini ortaya koydu.

Türkiye’de kredi kartı pazarında şu sıralar iki farklı tartışma var. Bir yanda, faiz oranlarının düşmesi nedeniyle bankaların yeterince kar edemeyeceği, bu nedenle kredi kartına faizsiz taksitlendirmenin çok yakında mümkün olamayacağı iddia ediliyor. Diğer yanda ise, Türkiye’deki bankalar, “nakdin yasak olduğu bir Türkiye” yaratma hayallerini anons ediyor. Veriler ise kredi kartı kullanımı ve kredi kartı ile yapılan satışların hasılatının, her geçen gün arttığını gösteriyor. Öyle ki, bazı işletmeler için kredi kartı ile yapılan satışlar, nakit olarak yapılan satışlardan daha fazla olmaya başladı.
Gazi Üniversitesi, Maliye-Vergi Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından Prof. Şükrü Kızılot’un önderliğinde ilk kez hazırlanan Kartlı Ödeme Sistemleri Ekonomik Katkılar Raporu’nda bu çıkarımların ötesi de var. Araştırma sonucunda kartlı ödeme sistemlerinin üretimi artırdığı, istihdamı genişlettiği, enflasyonu düşürdüğü, kayıt dışı ekonomiyi azaltarak vergi gelirlerini artırdığı verilerle ortaya konuyor. Rakamsal olarak bakılırsa, kredi kartı harcamalarındaki 1 liralık artış gayri safi yurtiçi hasılayı (GSYİH) 1,42 lira artırıyor. Yani kartlarla yapılan harcama sonucu artan talep, üretime ve GSYİH’ye yansıyor. Rapora göre, her 1.000 liralık nakit kullanımı yerine 1.000 liralık kredi kartı kullanımı, vergi gelirlerini 20 lira artırıyor. Ayrıca kredi kartları ile harcama yapılması istihdamı da artırıyor. Bu araştırmayı duyuran Bankalararası Kart Merkezi, kredi kartının kullanımını teşvik edecek reklam kampanyalarına başladı bile.

Parasal transferin boyutu

Durum böyleyken, “Bankalarla işim olmasın, cebimdeki kadar harcarım” diyenlere ne olacak? Yani kredi kartları ile birlikte empoze edilen “Önce al, sonra öde” modelini benimsemek istemeyen nakit ödemeyi seven tüketicilere?.. Araştırmalar, onlar için haberlerin pek iyi olmadığını gösteriyor. Tam da Türkiye’deki geniş kapsamlı raporun duyurulduğu sıralarda, Boston Federal Rezerv Bankası ve ABD Tüketici Ödemeleri Araştırma Merkezi (CPRC) baş ekonomistleri Scott Schuh, Oz Shy ve Joanna Stavins tarafından yapılan bir araştırma bu durumu gözler önüne seriyor. “Kredi Kartı Ödemelerinden Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor? (Who Gains and Who Loses from Credit Card Payments?)” başlıklı araştırma, dünya kredi kartı pazarında ilk kez bu soruyu sorması ve yanıtlaması açısından oldukça önem taşıyor. Araştırma, diğer ülkelerin kredi kartı pazarları açısından bir referans niteliğinde.

Araştırma, iki farklı sorundan yola çıkarak hazırlanmış. Birincisi, nakit ödeme yapan tüketicilerle kredi kartı ile ödeme yapan tüketiciler arasındaki parasal transferin boyutu. Diğeri ise, nakit ve kredi kartı kullanan düşük ve yüksek gelirli aileler arasındaki parasal transferin ne kadar olduğu. Basit ve modelsiz muhasebe metodolojisini takip eden ekonomistler, iki ödeme şeklini kredi kartı pazarından aldığı veriler, bireysel tüketim seçimleri ve mevcut fiyatlar üzerinden yıllık olarak hesaplamış.

Nakit ödeyen zarar ediyor


Araştırmanın sonuçları, nakit ödemeyi tercih edenlerin aleyhine bir tablo ortaya koyuyor. Verilerin analizine göre, ABD’de alışverişini nakit ödeyen her bir kişi, kredi kartı ile ödeme yapan bir kişi için her yıl 149 dolar ödemiş oluyor. Buna karşılık kredi kartı sahibi her bir kişi, nakit ödeyenlerin yarattığı toplam parasal transferden her yıl 1.333 dolar kabul etmiş oluyor. Bu transferin nedeni ise, verilen ödüllerin yanı sıra, bankaların perakendecilerden tedarik ettiği kredi kartı komisyonu, POS cihazı kirası gibi ücretlerin sadece kredi kartı kullanıcılarına değil, toplam satış rakamlarına yansıtılması. Bu durumda, nakit ödeyen tüketiciler, perakendecinin kredi kartı ödemeleri kabulünden kaynaklanan banka komisyonlarını karşılamak için, bir ürünün ederinden daha yüksek fiyatlar ödemek zorunda kalıyor. Çünkü bu komisyonlar, kredi kartı kullanan tüketicilere ödül olarak geri dönüyor. Nakit ödeyenler ise bu ödülleri almadıkları için, ödüllerin bir kısmının tedarikini gerçekleştirmek onlara kalıyor.

Araştırmada elde edilen bu bulgular, Türkiye’de de günlük hayatta sıklıkla karşılaştığımız bir duruma ışık tutuyor. Tüketiciler için kredi kartları söz konusu olduğunda, ertelenen ödeme, ‘önce al sonra öde’, bonus puan, uçuş milleri ve diğer öğeler elbette baştan çıkarıcı. Ancak son birkaç yıldır, nakit alışveriş söz konusu olduğunda indirim yapmasını teklif ettiğiniz bir satıcı artık “Benim için fark etmez” diyerek indirimi tercih etmiyor.

Araştırmanın gelir düzeyi ile ilgili bölümünde ise, düşük gelirli ailelerden yüksek gelirli ailelere bir para akışının olduğu ortaya çıkarılmış. Eğer bütün aileler iki gelir grubuna ayrılırsa, düşük gelirli bir aile, yüksek gelirli bir aileye bankaların verdiği ödüller için yılda 8 dolar ödüyor. Her bir yüksek gelirli aile ise, düşük gelirlilerin oluşturduğu bu havuzdan yılda 430 dolar kazanıyor. Araştırmacılar, bu transferin büyüklüğü aile gelir seviyesi farklı kategorilere bölündüğünde bile oldukça yüksek olduğunu vurguluyor. Yıllık geliri 20 bin dolar ve altında olan düşük gelirli bir aile sisteme 21 dolar transfer ederken, yıllık geliri 150 bin dolar ve üstü olan bir aile havuzda biriken bu transferden 750 dolar kazanıyor. Gelir grupları arasındaki transferler, nakit ödeyenler ve kredi kartı ödeyenler arasındakilerden daha düşük. Çünkü bazı düşük gelirli aileler kredi kartı kullanırken, yüksek gelirliler nakit ödemeyi tercih edebiliyor.

Kredi kartı harcamalarındaki 1 liralık artış gayri safi yurtiçi hasılayı (GSYİH) 1,42 lira artırıyor. İktisadi yaşamı canlandırmak ve değer yaratmak açısından kredi kartı kullanımı, nakit para kullanmaktan daha etkin ve verimli.

Karın yüzde 79’unu nakit ödeyenler karşılıyor

Araştırmanın en dikkat çekici sonuçlarından biri ise, bankaların, perakendeci komisyon ve masraflarından elde ettiği karın yüzde 79'unun nakit ödeme yapan tüketiciler tarafından ve nispi oranda da düşük gelirli nakit ödeyenlerden temin ediliyor olması. Yani, yüksek gelir grubundaki aileler, düşük gelirli olanlara göre kredi kartı harcamalarının doğal bir faydası olarak iki kat daha fazla fayda kazanıyor. Baş ekonomistler, perakendeciden alınan ödeme ve kredi kartı ödüllerinin ortadan kaldırıldığı zaman, ABD’deki refah oranını 0,15 ila 0,26 civarında yükseltebileceğini, aynı zamanda toplumdaki gelir dağılımı eşitsizliğinden kaynaklı nefreti engellemek için bir kümelenme modeli yaratılabileceğini savunuyorlar.

Araştırmacılar, bankaların ya da kredi kartı şirketlerinin kredi kartı pazarını düşük gelirliden yüksek gelirliye transfer amacıyla yaratıldığı gibi tepki oluşturacak bir şeyi söylemediklerine özellikle dikkat çekiyor. “Bu görüşü desteklemek için bir kanıtımız veya buna inanmak için bir sebebimiz yok” diyen baş ekonomistler, ancak, kredi kartı piyasasında yaşanan bu durumun, ABD vatandaşları, iş dünyası ve kamu politikaları düzenleyicilerinin önemli bir sorunu olduğunu da vurguluyor. Bu verilerin ışığında Türkiye’de de kredi kartlarının kullanımını teşvik ederken, nakit kullanan tüketiciler için çeşitli kolaylıklar sağlanması gerektiği de gözden kaçırılmaması gereken önemli bir unsur olarak öne çıkıyor.


MALİYET FİYATLARA YANSITILIYOR


ABD’de, kredi kartı kabul edebilme ayrıcalığına sahip olmak için perakendeciler, ABD’li bankalara gerçekleştirdikleri satış üzerinden bir bedel ödüyor. Perakendecinin bankası, daha sonra tüketicinin kredi kartı bankasına belli bir oranda bir komisyon ücreti ödüyor. Araştırmada, bu nedenle perakendecilerin, kart ödemesini müşterilerinden çıkarma arayışında olduğuna dikkat çekiliyor. Perakendeciler, bu ödemeyi sadece kredi kartı ile ödeme yapan müşterilerinden çıkarmak isteyebiliyor. Ancak pratikte, kredi kartı şirketleri “fazla fiyat istemek yok kuralı” gereği bu ödemenin kredi kartı kullanıcıları tarafından yapılmasını istemiyor. Hatta ABD’deki perakendecilere bunu yapmak yasak. Bu nedenle pek çok perakendeci nakit ödemelerde indirim yapma konusunda gönülsüz davranıyor. Bunun yerine, perakendeciler, kredi kartı satışlarındaki komisyon ücretlerini ve masraflarını çıkarabilmek adına, perakende satış fiyatlarını tüm tüketiciler için yükseltmeyi tercih ediyor. Tüm tüketiciler için yapılan perakende satış fiyatı artışı, kredi kartı ile ödeme yapan tüketicilerin, kredi kartı ile ödeme yapmak istemeyen tüketiciler tarafından sübvanse edilmesini sağlıyor.








1 Eki 2010

‘Enerji’k değişim zamanı



Özelleştirmelerin ve yeni yatırımların yön verdiği Türkiye enerji piyasası hemen her alanda hızlı bir dönüşüm sürecinde. Bir yanda Avrupa ile entegrasyon ve verimlilik çalışmaları sürerken, sektöre yabancı ilgisi de artıyor. Yatırımcılar kendilerine yüksek kâr getirecek hamleleri yapmak için fırsat kolluyor.

Haber: Bahar Öztop
Turkishtime - Ekim 2010 


Geçtiğimiz ağustos ayında, enerji sektöründe özelleştirme sürecinin en hızlı günleri yaşandı. Önce Türkiye’de elektrik dağıtımı piyasasının yüzde 30’unu oluşturan 8 milyon aboneye hizmet veren TEDAŞ'a ait Boğaziçi, Gediz, Trakya ve Dicle elektrik dağıtım şirketlerinin 2036 yılına kadar sürecek işletme hakları 4,91 milyar dolara İş Kaya İnşaat ve MMEKA ortaklığına satıldı. Hemen sonraki hafta da, 2,5 yıl aradan sonra yeniden ihale açılarak Başkent Doğalgaz'ın yüzde 80'i, yine MMEKA'nın verdiği teklifle 1.211 milyar dolara özelleştirildi. 2010’a damgasını vuran, toplam 6 milyar dolarlık en büyük özelleştirme ihaleleriydi bunlar. 2009’un tarihi kriz dönemi olması nedeniyle, 2.256 milyar dolarda kalan özelleştirme bedelinin, neredeyse üç katı bir rakam iki hafta içinde aşılmış oldu.
Türkiye enerji piyasasında mevcut durumda altı özel elektrik dağıtım şirketi 26 ilde faaliyet gösteriyor. Bu şirketler, piyasanın yüzde 28'ini oluşturuyor. İhalesi tamamlanan ancak devri henüz gerçekleşmeyen 10 şirket daha ilave edildiğinde, 63 ilde 16 özel elektrik dağıtım şirketi faaliyet gösterecek ve özel sektörün payı yüzde 75'e ulaşmış olacak. İşte bu nedenle, yatırımcılar arasında ciddi bir pay kapma yarışı söz konusu. Anayasa referandumundan çıkan ‘evet’ sonucu da, pek çok sivil toplum örgütünün enerjinin kamuya mal olması gerektiği yönündeki söyleminin aksine, enerji sektöründe bekleyen özel sektör yatırımlarını hızlandıracak.
Özelleştirmeler nedeniyle hararetli ve tartışmalı günler yaşayan enerji sektöründe, daha alınacak uzun bir yol var. Türkiye, OECD ülkeleri içinde, geçtiğimiz 10 yıllık dönemde enerji talep artışının en hızlı gerçekleştiği ülke konumunda. Elektrik enerjisi sektörü Türkiye ekonomisin yüzde 2,5'ini oluşturuyor. Türkiye'nin ekonomik gelişmesine paralel olarak hızla artan elektrik enerjisi talebi, 2008 yılında 198,5 milyar kilovat/saat idi. Bu talebin, 2020 yılında yüksek ve düşük senaryolara göre 400-500 milyar kilovat/saat seviyesine yükseleceği öngörülüyor. Elektrik talebinin iç piyasadan karşılanması için mevcut ve inşa halinde olan tesislere ek olarak, 2020’ye kadar olan dönemde yaklaşık 50 bin megavatlık yeni santral yatırımının yapılması gerekiyor.
Danışmanlık şirketi Deloitte, özelleştirmeler ve yeni yatırımlarla birlikte elektrik enerjisi piyasasında yaşanan köklü değişimi “Türkiye Elektrik Enerjisi Piyasası 2010 -2011” başlıklı raporunda ele alıyor. Raporda, dağıtım özelleştirmelerinin artması ve üretim özelleştirmelerinin başlamasıyla 2009-2010 döneminin piyasada değişimin fitilini de ateşlediği savunuluyor. Enerji piyasasını değerlendiren Deloitte uzmanları, yatırım ortamının iyileştirilmesi için istikrarlı adımların devam etmesi gerektiği uyarısını yapıyor. 2010 itibarıyla yapılacak toplam yatırım miktarının 4 milyar dolar düzeyinde olması bekleniyor. Bu yatırımlar sayesinde, Türkiye’nin sadece kendi talep artışını karşılamakla kalmayıp, komşu ülkelerle sınır ötesi ticaret fırsatlarından faydalanması olasılık dahilinde görünüyor. Çünkü Avrupa’da önümüzdeki dönemde elektrik enerjisi talep artışı, yüzde 1,26 seviyelerinde gerçekleşecek.

Yabancı sermayenin payı artacak
5784 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile getirilen düzenlemeler, arz-talep dengelerindeki değişmeler ve yatırımların gerçekleşmesinde karşılaşılan güçlükler, hidroelektrik kaynakların ve kömür sahalarının enerji üretim amaçlı özel sektöre açılması gibi yenilikler getiriyor. Diğer taraftan enerji verimliliğini artırmaya ve enerjinin etkin kullanılmasına yönelik 5627 sayılı Enerji Verimliliği Kanunu ve 5710 sayılı Nükleer Güç Santrallerinin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun da enerji yatırımlarının önünü açıyor. Bu nedenle, cazip ve karlı sektörlerden biri olarak yerli ve yabancı yatırımcıların ilgisinin en fazla yoğunlaşacağı sektörün enerji olacağı kuşkusuz. Önümüzdeki 10 yıl içinde yapılacak ilave kapasite yatırımları, elektrik üretim ve dağıtım ihaleleri göz önüne alındığında, enerji ve yatırımlara finansman sağlayacak bankacılık sektörünü oldukça hareketli günler bekliyor. Türkiye'ye yılın ilk yarısında giren 1 milyar 644 milyon dolarlık yabancı sermayenin 424 milyon dolarını enerji alanına yapılan yatırımlar oluşturuyor. Bu yatırımların önümüzdeki yıllarda artması bekleniyor.

BTC umut oldu
Bu noktada Türkiye'nin enerji alanındaki durumuna bakmakta yarar var. Türkiye, başta Ortadoğu ve Hazar Havzası olmak üzere, dünyanın ispatlanmış petrol ve doğal gaz rezervlerinin yaklaşık yüzde 72’sinin bulunduğu bir coğrafyada yer alıyor. 2030’a kadar olan dönemde, dünya enerji arzının yüzde 40 oranında artması bekleniyor. Bu açıdan Türkiye, özel stratejik konumunun getirdiği avantajlar çerçevesinde, zengin hidrokarbon kaynaklarının başta Avrupa Birliği (AB) olmak üzere büyüyen piyasalara taşınmasında görev almayı hedefliyor. Doğu – Batı enerji koridorunun en önemli bileşenini oluşturan Bakü- Tiflis- Ceyhan (BTC) Ham Petrol Boru Hattı’ndan akan 1 milyarıncı varil ham petrol ile bu hedeflerin ilki gerçekleştirilmiş durumda. 2015’e kadar bu kapasitenin iki katına çıkarılması öncelikli alanlar arasında. BTC dışında, Nabucco Doğalgaz Boru Hattı Projesi de, destek anlaşmaları ve müzakerelerin sonuçlandırılmasından sonra, önümüzdeki yıl inşaatına başlanması bekleniyor. Projenin ihale sürecine, Türkiye’den de pek çok üretici katılacak. Bu projelerle birlikte, Katar, İsrail, Suriye, Yunanistan, İtalya gibi ülkelerle anlaşmasının yapılması planlanan toplam 11 uluslararası enerji projesi bulunuyor.


Yüzde 73 dışa bağımlı
Türkiye'nin bugün enerjide ithalata bağımlılık oranı yüzde 73 seviyesinde. Türkiye'de kurulu güç olan 40 bin megavatın yüzde 55'i, yani 22 bin megavatı doğal gaz terminallerinden oluşuyor. Petrol ve doğal gazın neredeyse tümü, kömürün beşte biri ithal ediliyor. Dünyada yenilenebilir enerji kaynaklarının bir yıl ertelenmesinin maliyeti, bazı uluslararası kuruluşlar tarafından 500 milyar dolar olarak hesaplanıyor. Hükümet, bu zararı yaratan dışa bağımlılıktan uzaklaşmak amacıyla, iç piyasada rekabete dayalı bir yatırım ortamının geliştirilmesi için adımlar atıyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın geçtiğimiz yıl uygulamaya konan Elektrik Enerjisi Piyasası Arz Güvenliği Strateji Belgesi elektrik enerjisi konusunda uzun vadeli stratejileri ortaya koyuyor. Strateji Belgesi çerçevesinde, Cumhuriyetin 100’üncü yılı olan 2023’e kadar tüm yerli kömür ve hidrolik potansiyelin ekonomiye kazandırılması planlanıyor. Yanı sıra, rüzgar enerjisi kurulu gücünün 20 bin megavat, jeotermal enerji kurulu gücünün de 600 megavat seviyesine ulaştırılması hedefleniyor. Elektrik enerjisi ihtiyacının yüzde 5’inin de nükleer enerjiden sağlanacağı öngörülüyor.


Şeffaf ve rekabetçi piyasa yaratma hedefi
Bakanlığın oluşturduğu 2010-2014 yıllarını kapsayan strateji planında, başta enerji arz güvenliği olmak üzere, piyasanın yeniden yapılandırılmasına ilişkin amaçlar yer alıyor. Bu kapsamda, şeffaf bir piyasa yaratılarak, yerli ve yenilenebilir kaynak potansiyelinin tespiti ve kullanımı, nükleer enerjinin elektrik üretimine dahil edilmesi, yeni enerji teknolojilerinden yararlanılması gibi alanlarda yasal ve teknik çalışmalar yoğunlaştırılıyor. 2014 yılına kadar elektrik sektöründe hedeflenen özelleştirmelerin tamamlanması planlanıyor. Yurt içinde ve yurt dışında petrol ve doğal gaz arama faaliyetleri de yoğunluk kazanan ve artırılması planlanan bir diğer alan. 2009 yılı sonu itibariyle toplam 133,1 milyon ton ham petrol, 11,3 milyar metreküp doğal gaz üretimi gerçekleştirildi. Kalan üretilebilir ham petrol rezerve 39,4 milyon ton, doğal gaz rezervi ise 6,1 milyar metreküp. 2015’e kadar yurt dışı ham petrol ve doğal gaz üretiminin 2008 üretim miktarına göre iki katına çıkarılması sağlanacak. Bilindiği gibi, depolayamadığımız için İran, Azerbaycan ve Rusya’dan ‘al ya da öde’ anlaşması ile satın alınıyor doğal gaz. Stratejik planda, 2009 yılı itibariyle 2,1 milyar metreküp olan mevcut doğal gaz depolama kapasitesinin, 2015 yılına kadar iki katına çıkarılması planlanıyor. Yine aynı yıla kadar en fazla gaz ithalatı gerçekleştirdiğimiz ülkenin payını, yüzde 50’nin altına indirecek kaynak ülke çeşitliliği de sağlanacak.

YENİLENEBİLİR ENERJİ

Rüzgarı arkamıza aldık

Yenilenebilir enerji yatırımları konusunda Türkiye nihayet atağa kalktı. Rüzgar enerjisi yatırımları başı çekiyor. HES konusunda büyük bir atak söz konusu. Sırada nükleer var.

Yenilenebilir enerji alanında, rüzgar ve küçük hidroelektrik santral yatırımları hızla devam ediyor. Stratejik hedef kapsamında, 2023’de elektrik enerjisi üretimi içindeki payının en az yüzde 30’unun yenilenebilir enerjiden elde edilmesi planlanıyor. Türkiye’nin yaklaşık 8 gigavatlık verimli ve 40 gigavatlık orta düzey verimli rüzgar potansiyelinin, özellikle son yıllarda değerlendirilmesi ile 1980’lerdeki 17,5 megavatlık rüzgar kurulu gücü, 2010'un ilk yarısı itibariyle yaklaşık bin megavatı aştı. 2007 ve 2009 arasında verilen rüzgar ve termik üretim lisans sayısında ciddi artış oranları göze çarpıyor. 2005 ve 2006’da toplam 158 megavat rüzgar üretim lisansı verilmişken, 2007’de 949 megavat, 2008’de 1.427 megavat ve 2009’da ise 71,5 megavatlık yeni rüzgar üretim lisansı verildi. Son üç yılda verilen toplam üretim lisansıyla lisanslı kapasite yaklaşık 16 kat artarak 2.606 megavata ulaştı.


Türkiye, rüzgar enerjisi kapasitesi bakımından Avrupa’da 2002’de 35’nci  sırada yer alıyorken, bu kapasiteyle 2009 sonu itibariyle Belçika, Norveç ve Polonya gibi ülkeleri geride bırakarak 13’üncü sıraya yerleşti. Hedef ise ilk 11 ülkenin içinde yer alabilmek. AB ülkelerinde ise, 2010’de gerekli enerjinin yüzde 22’sinin yenilenebilir enerji yoluyla elde edileceği öngörülüyordu. Türkiye’nin hedeflerinin tutturulabilmesi için öncelikli olarak alınması gerekli önlemler var. Rüzgar enerjisine yatırım yapan şirketlerin dile getirdiği en büyük sıkıntıları bürokratik engeller. Yatırımcılar ayrıca, Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde bu tür projelerin sübvanse edilip alım garantisi verilmesi gibi uygulamaların, Türkiye’ye de gelmesini de talep ediyor. Rüzgar santrali yatırımının, doğal gaz yatırımından iki kat pahalı bir yatırım olması da, yatırımcıyı zorluyor.

Zorlu Rüzgarı
Rüzgar enerjisi alanında son yıllardaki en hızlı yatırımlardan biri Zorlu Enerji Grubu’na ait. Grup bünyesinde faaliyet gösteren Rotor Elektrik Üretim şirketi, Osmaniye'de Türkiye'nin tek bir alanda kurulu en büyük rüzgâr santralini inşa ediyor. Osmaniye ilinin Bahçe ve Hasanbeyli ilçelerinde yapımı süren rüzgar santralinin ilk aşaması olan 135 megavat kapasiteye sahip Gökçedağ Rüzgar Santrali tamamlandı. Yılda 500 milyon kilovat/saat elektrik enerjisi üretmesi beklenen santralde kullanılan türbinler, Türkiye'de kurulan en büyük rüzgar türbinler... 85 metrelik kule gövdesi ile 30 katlı bir bina ile aynı yüksekliğe sahip. Grup yine Osmaniye'de Sarıtepe ve Demirciler'de toplam 110 megavat gücünde iki rüzgar santrali projesi için daha lisans alarak sahaların ön etütlerini gerçekleştirdi. Bu iki ek yatırımla Osmaniye'deki enerji üretim kapasitesi 245 megavata ulaşacak.

Doğu Karadeniz HES için cazip, ama...
Hidroelektrikte ise 2005 ve 2006’da toplam 3.765 megavat, 2007’de 4.850 megavat ve 2008’de ise 2.973 megavatlık üretim lisansı verildi. 2009’da verilen toplam 3.052 megavatlık yeni hidroelektrik üretim lisansı ile lisanslı kapasite son üç yılda 3,9 kat artarak 14.640 megavata ulaşmış oldu. Bu çerçevede her yıl ortalama yüzde 27,5 büyüyen lisanslı kapasitede, ortalama yüzde 218 büyüme ile rüzgar enerjisi en büyük payı alıyor. Bu sürede yıllık ortalama lisanslı kapasite artışı termikte yüzde 53 ve hidroelektrikte ise yüzde 13 olarak gerçekleşti. Verilen lisansların bölgesel dağılımlarına bakıldığında 2005-2009 yılları arasında verilen lisanslardan hareketle, ortalama yıllık su geliri bazında yüksek değerlere sahip Doğu Karadeniz, Çoruh ve Yukarı Fırat havzalarının hidroelektrik santral yatırımları açısından cazip görüldüğü anlaşılıyor. Termik santral yatırımlarında ise İzmir, Samsun, Çanakkale, Sinop ve Hatay gibi illerinin yüksek yatırım çektiği görülüyor. Yapımına başlanan 5 bin megavatlık hidroelektrik santralinin 2013 sonuna kadar tamamlanması için gerekli tedbirler alınıyor. Hidroelektrik santraller, temiz enerji kategorisinde değerlendirilirken, yatırım ve işletim sürecinde çevreye verilen zarar da tartışma konusu. Türkiye’de bütün yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması halinde bile, Türkiye’nin önümüzdeki dönemdeki talebinin ancak yüzde 2’si kadar cüzi bir oranını karşılayabileceğini de hatırlatalım.

Nükleerden yüzde 5
2014’e kadar nükleer santral inşasına başlanacak olması da hedeflerden bir diğeri. TBMM Genel Kurulunda, Türkiye ile Rusya Arasında Akkuyu'da Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşmayı Onaylayan Kanun Tasarısı kabul edilerek yasalaştı. Yasa, 12 Mayıs 2010'da Ankara'da imzalanan işbirliği anlaşmasını onaylıyor. Anlaşmaya göre iki ülke, nükleer güç santralinin tasarımı ve altyapı dahil olmak üzere inşası, santralin güvenilir şekilde işletilmesi, santralde üretilen elektriğin alım-satımı, kullanılmış nükleer yakıtın taşınması, santralin sökümü, personelinin eğitimi, Türkiye'deki yakıt üretim tesislerinin kurulması ve işletimi de dahil, nükleer yakıt döngüsü gibi konularda işbirliği yapacak. Bütün bunlar, Türk tarafına mali yük getirmeden yürütülecek. Karşılığında Türkiye, nükleer güç santrali yapılacak sahayı, mevcut altyapısıyla birlikte bedelsiz olarak, santralin söküm sürecinin sonuna kadar proje şirketine tahsis edecek. Nükleer güç santralinin toplam kurulu gücü 4 bin 800 megavatlık dört üniteden oluşacak. Proje şirketi, elektrik satın alma anlaşmasının sona ermesinin ardından nükleer güç santralinin her bir ünitesi için işletmeye girişten 15 yıl sonra net karın yüzde 20'sini Türkiye'ye verecek. Bu ödeme, santralin ömrü boyunca devam edecek. Proje şirketi, ilk yedi yılda birinci üniteyi devreye sokacak. Şirket daha sonra art arda birer yıl aralıklarla diğer üç üniteyi ticari işletmeye alacak. Türkiye’nin elektrik üretim portföyünün yüzde 5’inin nükleer enerji gücüne dayalı olması sağlanacak. Nükleer enerjinin düşük emisyonuna rağmen, radyoaktif atıkların çevreye verebileceği zararları aktaran çevreciler, bu yatırımda her aşamanın şeffaf olması konusunda uyarı yapıyor.

Jeotermal ve güneş yükselen değer
Türkiye’yi enerji bağımlılığından kurtaracak bir diğer fırsat da jeotermal enerji. Dünyada jeotermal enerji kurulu gücü 9.700 megavat, yıllık üretim 80 milyar kilovat/saat. Jeotermal enerjiden elektrik üretiminde ilk beş ülke, ABD, Filipinler, Meksika, Endonezya ve İtalya. Türkiye ise, Çin, Japonya, ABD, İzlanda ile birlikte dünya'da jeotermal ısı ve kaplıca uygulamalarında ilk beş ülke arasında yer alıyor. Türkiye’nin jeotermal potansiyeli 31 bin 500 megavat. Bakanlığa bağlı Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) bu potansiyelin yüzde 13’ünü (4 bin megavat) kullanıma hazır hale getirmiş durumda. Türkiye'deki jeotermal alanların yüzde 55'i ısıtma uygulamalarına uygun. Ülkemizde, jeotermal enerji kullanılarak 1.200 dönüm sera ısıtması yapılıyor. Yanı sıra, 15 yerleşim biriminde 100 bin konut jeotermal enerji ile ısıtılıyor. Jeotermal enerji potansiyelimizin 1.500 megavatlık bölümünün elektrik enerjisi üretimi için uygun olduğu değerlendiriliyor. Kesinleşen veri ise şu an için 600 megavat. Türkiye’nin 2009 sonu itibari ile jeotermal enerjisi kurulu gücü 77,2 megavat düzeyinde. Önümüzdeki günlerde yatırımcıların henüz çok fazla girmediği bu alanda da canlanmalar görülebilir.


Güneş enerjisi de, Türkiye gibi günlük 7,2 saat ışıma süresi olan bir ülke için oldukça değerli bir yenilenebilir yatırım aracı. Türkiye’nin güneş enerjisi potansiyeli yıllık 380 milyar kilovat/saat. Bu teknik potansiyel toplam 56 bin megavat kurulu güce sahip doğal gaz çevrim santralinin elektrik enerjisine eşdeğerde. Halihazırda kurulu olan güneş kolektörü miktarı, yaklaşık 12 milyon metrekare, ancak Türkiye'de güneş enerjisine dayalı yatırım yapılabilecek alan toplam 4 bin 600 kilometrekare. Güneş enerjisi kapasitesi göz önüne alındığında Türkiye, Avrupa ülkeleri içinde İspanya'dan sonra ikinci sırada yer alıyor. Bu haliyle Türkiye, dünyada kayda değer bir güneş kolektörü üreticisi ve kullanıcısı durumunda.


INFO:
21 Temmuz 2010 tarihi itibari ile toplam 1.479 megavat kurulu gücünde özel sektöre ait 64 adet üretim santralinin geçici kabulleri yapıldı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından işletme izni verilen tesislerin dağılımı şöyle:
- 2’si (17 megavat) jeotermal santrali
- 13’ü (330 megavat) rüzgâr santrali
- 29’u (486 megavat) hidrolik santral
- 2’si (7 megavat) çöp gazı ve biyogaz santrali
- 18’si (639 megavat) termik santral


ENERJİ VERİMLİLİĞİ
Yeşil yatırımlar hız kazanıyor

Yeşil enerji bilinci Türkiye’de özel sektör yatırımları aracılığıyla giderek yaygınlaşıyor. Enerji verimliliğini gözeten, yalıtıma önem veren projeler dikkat çekiyor.



Uluslararası Enerji Ajansı’nın yaptığı bir çalışmaya göre önümüzdeki yirmi yıl içinde yeşil ekonomiye 8,3 trilyon dolarlık yeni yatırım yapılırsa, bu yatırımlardan 8,6 trilyon dolar kazanç sağlanacak. Bu yatırımlar gerçekleşirse, elektrikli arabalar, kendi enerjisini üreten binalar, verimli motorlar, ekolojik ürünler hayatımızın her alanında yer alabilecek. Enerji verimliliği ve yeşile yatırım, son beş yıldır Türkiye’de de hız kazandı. Türkiye, OECD ülkeleri içinde 1.000 dolar GSMH başına 0,27 TEP ile yüksek enerji harcayan ülke. Bu rakam Almanya’da yarı yarıya daha düşük. Bir yandan dışa bağımlılığı azaltmak için ülke genelinde yatırımlar sürüyor, bunun yanında mevcut enerjiyi verimli kullanmak adına çeşitli çalışmalar da yapılıyor. Türkiye Enerji Verimliliği Derneği’nin (ENVERDER) kurulmasıyla bu konuda çok önemli bir adım atıldı. Bu sayede enerji üretmek kadar bunu verimli kullanmanın da önemi ortaya kondu. Ancak Türkiye enerji verimliliği yarışına AB ülkeleri ile aynı dönemde başlamış olmasına rağmen, onların gerisinde kaldı. Bunun pek çok sebebi var. Ancak ENVERDER Başkanı Erkan Gürkan bu alanda kamu çalışmalarının tek başına yeterli olmadığının altını çizerek gerek özel sektör gerekse de vatandaş olarak sorumluluk almak gerektiğini belirtiyor. Zira, dünyada da örnekleri görüldüğü gibi alınacak tedbirler sonrası kullanılan enerjide yüzde 25 ile yüzde 40 arasında tasarruf yapmak mümkün.

Özel sektör yeşil ekonomiyi yaratıyor
Yeşil enerji kullanımı konusunda özel sektörün öncülük ettiği bazı uygulamalar özellikle dikkat çekici. Örneğin, alışveriş merkezi yatırımcıları, yeşilin etkisiyle alışverişe yeni bir konsept getirme iddiasında. Metro Group Asset Management’ın Ümraniye’de kurduğu M1 Meydan AVM’si ile Hollandalı Redevco’nun inşa ettiği Erzurum AVM’si Türkiye’deki yeşil eğiliminin ilk temsilcileri. Tesco Kipa da, sayısı 12’yi bulan Doğa Dostu mağazalarıyla, bu konuda öncülük eden perakendecilerden. Türkiye’deki bu yatırımlar da, yurtdışındaki örneklerini aratmayacak özelliklere ve uygulamalara sahip. Metro Group’un 128 bin metrekare alan üzerine kurduğu Meydan AVM’si, çatıları çimlerle kaplı olduğu için Ümraniye bölgesinde yeşil bir vaha görevi görüyor. M1 Alışveriş Meydan’ın ısıtılması ve soğutulması da fosil yakıtlarla değil toprağın ısısı ile yapılıyor. Bu sayede jeotermal sistem, yılda 1,3 milyon kilovat saat enerji tasarruf ediyor ve yılda yaklaşık 350 tonluk karbondioksitin doğaya verilmesini önlüyor. Son yıllarda Türkiye’deki yatırımlarıyla dikkat çeken Redevco’nun AVM’leri de, şirketin ‘Goes Green’ yani çevreci yaklaşım felsefesi ile inşa ediliyor. Redevco’nun Erzurum AVM’si bina inşasında dünyada en bilinen çevresel değerlendirme metodu olan BREEAM Sertifikası’nı Türkiye’ye ilk kez kazandıran yeşil yatırım. Erzurum AVM’de, çevreye salınan karbondioksit miktarı normal AVM’lere göre çok daha düşük, enerji verimliliği ve kaynakların kullanımı da çok daha etkin olacak.
Klimasız iklimlendirme uygulamaları
Türkiye’deki diğer uygulamalar da özel kuruluşlara ait. Siemens’in, Gebze’deki binası mesai saatlerinin dışında gereksiz aydınlatmanın önüne geçmek için aydınlatma otomasyonu ile sistem kontrol ediliyor. Binalardaki çatı yağmur suları kaba filtreden geçirilerek ham su deposuna gönderiliyor. Siemens’in, Gebze’deki büyüme stratejisi kapsamında yaptığı yeşil fabrika yatırımı, Türkiye’deki ilk LEED Gold sertifikasına sahip bina. Fabrika dikkat çekici pek çok yeşil özelliğe sahip. Güneş ışınlarının, binalarda ve sert peyzaj alanlarında oluşturduğu ısı adasının, binanın soğutma yükünü artırmasına etkili bir çözüm olarak çatı kaplaması beyaz renkte inşa edildi. Mesai saatlerinin dışında gereksiz aydınlatmanın önüne geçmek için aydınlatma otomasyonu ile sistem kontrol ediliyor. Binalardaki çatı yağmur suları kaba filtreden geçirilerek ham su deposuna gönderiliyor. Bu su bahçe sulama ya da yangın tertibatında kullanılıyor, ayrıca yumuşatılarak kampus kullanım suyu olarak da değerlendiriliyor. Bu doğrultuda biyolojik arıtma sistemi kurulmuş durumda. Aydınlatma sistemi ile yüzde 50 tasarruf hedefleniyor.
Türkiye’nin ilk yeşil sertifikalı ofisi unvanını alan Unilever Türkiye, bu alandaki girişimlerini şirketin sürdürülebilir kalkınma planının önemli parçalarından biri olarak görülüyor. Unilever Türkiye ofisi, Amerika’da ve dünyanın 30 ülkesinde 14 bin üzerinde LEED sertifikası alan binalardan biri. Unilever’in canlılık misyonuna uygun olarak hazırlanan ofis, çalışanların verimli işgücüne ulaşması için pek çok ayrıntıya sahip. Ofis içerisinde ısı ve ışık konforu sensörler sayesinde sürekli kontrol altında tutulan ofisin yerleşim planı en az elektrik enerjisi kullanılarak aydınlatılacak şekilde.
Türkiye’de yeşil bina konusundaki ilk adımlardan biri olarak kurulan Çevre Dostu Yeşil Binalar Derneği (ÇEDBİK) de Türkiye’ye uygun enerji verimliliği sertifikası geliştirmelek için çalışmalar yapıyor. Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı Ali Nihat Gökyiğit’in yaptığı ÇEDBİK, çeşitli sektörlerden 50 üyesi ile birlikte, Türkiye’de yeni bina oluşumunun temsilcilerinden. ÇEDBİK, Amerika’nın LEED ve Avrupa’da etkin olan İngilizlerin BREEAM sertifikası gibi yeşil bina uygulamalarını tanımlayacak Türkiye koşullarına özel bir sertifika için çalışmalarını sürdürüyor.


BANKALAR DA YEŞİLİ DESTEKLİYOR

Finans sektörü de Türkiye’de yenilenebilir enerji ve yeşil ekonomiyi yaratacak projelerin artması için şirketlere kredi destek paketleri sunuyor., Akbank, Garanti Bankası, Halkbank, TEB, Türkiye İş Bankası, Türkiye Sınai ve Kalkınma Bankası, Vakıfbank ve Yapı Kredi Bankası, bu konuda öncülük ediyor. Yatırımcılara, birkaç yıl ödemesiz dönem olmak üzere, 10 yıla kadar vade imkanı sunuluyor. Hibrit taşıt, enerji tasarrufu, rüzgar, hidroelektrik ve jeotermal gibi santral yatırımları gibi çok çeşitli kredi imkanı bulunuyor. Mevcut cihazları A sınıfı enerji tüketen cihazlarla değiştirmek, yalıtım ve manto uygulamaları gibi alanlarda girişim yapmayı düşünen şirketler ya da bireyler de bu tür ‘yeşil kredi’lerden faydalanabiliyor.  


2 Tem 2010

İş’te başarıyı engelleyen 5 önyargı!

Pek çok yönetici kontrol edemediği önyargılarından habersiz. Oysa bu önyargılar stratejik karar alma süreçlerini derinden etkiliyor. İşte yöneticileri başarıdan eden 5 ön yargı ve onlarla baş etmenin formülleri...
  

Araştırma: Bahar Öztop
Turkishtime - Temmuz 2010




Liderlikte sezgisel olmak çok önemli, ama gerçekler pahasına değil” diyor Dell Bilgisayar’ın kurucusu Micheal Dell ve devam ediyor: “Eğer arkasında doğru veri yoksa zor zamanlarda alınan duygusal kararlar, şirketi çok büyük tehlikelere sürükleyebilir.” Dell’in sözünü ettiği sezgisel ve duygusal kararlar, aslında bir yöneticinin çoğu zaman farkında olmadığı önyargılarıyla oluşturduğu fikirlerin sonucunda alınıyor. Araştırmalara göre, bu kontrolsüz ve bilinçaltı önyargılar stratejik karar verme süreçlerini derinden etkiliyor. Stratejik karar verme süreçlerini iyi yönetebilmek, önyargıların net bir şekilde anlaşılmasını ve engellenmesini gerektiriyor.
İşte bu nedenle, bir zamanların konjonktürüne ters düşen davranışsal ekonomi, yeniden ana akım durumuna geliyor. Davranışsal ekonomi yaklaşımını savunan bilim adamlarının deneyleri, ekonomik kararlarda rasyonellikten ziyade duygusallığın ağır bastığını gösteriyor. Nobel ekonomi ödüllü psikoloji profesörü Daniel Kahneman’a göre, bir grubun önyargılardan kurtulma olasılığı, bu konudaki tartışmalar yayıldığı ve önyargılar duygusallıktan uzaklaştırıldığı ölçüde artıyor. Ama önyargılara aşina olmak, önyargısız karar alınmasını garantilemiyor.
Yönetim danışmanlığı şirketi McKinsey’in “Davranışsal Strateji için Durum (The Case for Behavioral Strategy)” araştırması da bu görüşten yola çıkıyor. Yöneticilere önyargılarını ve bunları kırma formülleri sunan araştırma, Sydney Üniversitesi İş Stratejisi Bölümü profesörlerinden Dan Lovallo ve McKinsey Brüksel ofisi direktörü Olivier Sibony imzasını taşıyor. Prof. Dan Lovallo, konuyla ilgili olarak Turkishtime’a özel görüş verdi.

Önyargı mı dediniz? O da ne?..
 Araştırmada, çok az sayıda kurum stratejisti ve yöneticisinin önemli kararlar alırken davranışsal ekonomi tarafından açığa çıkarılmış önyargılara dikkat ettiği vurgulanıyor. İşinin ehli finans ve pazarlama yöneticileri karşısındaki kişilerin önyargılarını tespit edip, bunun ortaya çıkardığı psikolojiden yararlanıyor. Ancak doğru karar vermek isteyen liderler, öncelikle kendi önyargılarını keşfetmek zorundalar. Bu nedenle, davranışsal ekonomi konusunda bilinçli olsalar da, yöneticilerin pek çoğu zor zamanlarda güçlerini nasıl kullanacakları konusunda zor anlar yaşıyor. Stratejik planlar, sıklıkla rekabetçi olmaktan uzak bir görünüm sergiliyor. Büyük yatırım projeleri planlanan bütçeyi ve zamanı aşıyor. Ve işin kötüsü bu olumsuzluklar her zaman tekrar ediyor. Bunu yaratan da kurumsallaşma... Çünkü kurum kararlarında önyargılar, bulunulan ortamın, eğitimin, yönetici seçiminin ve kurum kültürünün parametreleri olarak şekilleniyor.
ÖNYARGILAR HER ÜLKEDE İŞ BAŞINDA  PROF. DAN LOVALLO Sydney Üniversitesi İş Stratejisi Bölümü Öğretim Üyesi  Türk yöneticilerin diğer yöneticiler kadar davranışsal stratejiyi kullanabildiklerini düşünüyorum. Farklı kültürlerde bazı önyargılar daha rahat ve daha sık ilan edilebilir. Ama özünde farklı derecelerde de olsa önyargılar her ülkede, her zaman iş başındadır. Örneğin aksiyon merkezli önyargılar Amerika’da daha belirgin iken, durgunluk önyargıları Asya ülkelerinde daha çok açığa çıkar. Ancak her iki bölge de her iki kategoride pek çok önyargıya sahiptir.” (Dan Lovallo Sydney Üniversitesi’nin yanı sıra, California Üniversitesi İş İnovasyonu Enstitüsü’nde ve Berkeley Üniversitesi’nde araştırmalarını ve derslerini sürdürüyor.
Prof. Dan Lovallo
Bu yargılar rakamlarla da sabit. 2207 yöneticiden yanıt alınan bir McKinsey Quarterly araştırmasına göre, yöneticilerin sadece yüzde 28'i şirketlerinde alınan stratejik kararların 'genelde iyi' olduğunu söylüyor. Yüzde 60'ı kötü kararların iyi kararlar kadar sık alındığını, yüzde 12'si iyi kararların sık alınmadığını söylüyor. Profesör Lovallo'ya göre bu sonuç, sanılanın aksine, iyi bir muhakeme gücüne sahip yöneticilerin elindeki iyi analizlerin, iyi kararlara dönüşmemesinden kaynaklanıyor.

Süreç, analizden 6 kat daha önemli
Burada 'süreç' önemli bir bileşen olarak devreye giriyor. Lovallo, araştırması için son beş yıl içinde şirketler tarafından verilen stratejik nitelikteki 1.048 kararı incelemiş. Ayrıca, yöneticilere uygulama ve karar verme sürecine yönelik olarak 17 soru yöneltmiş. Örneğin, “Yeni bir finansal metot mu geliştirdiniz, yoksa duyarlılık analizleri yaptınız mı?” ya da “Temel belirsizlikleri açıkça araştırıp tartıştınız mı, yoksa tepe yöneticilerin görüşlerine aykırı durumları mı tartıştınız?” gibi... Sonraki aşamada şirketin sektörü, bulunduğu coğrafya ve büyüklüğü de göz önüne alınarak, kararların sonuçlarında ne kadar sapma olduğunu görebilmek için gerileme raporlarını kullanılmış. Sonuç bilinen gelenekleri yıkabilecek kadar şaşırtıcı. Çünkü toplanan veriye göre süreç, mevcut analizlerden 6 kat daha fazla önem taşıyor. Örnekler arasında, güçlü süreçler sonucu alınan kararların hiçbirinin kötü analizlerle desteklenmediği görülüyor. Profesör Lovallo, önyargısız bir karar verme sürecinin kötü analizleri de ortaya çıkardığını savunuyor. Oysa bunun tersi ise doğru olmuyor. Yani, mükemmel analizler, karar verme sürecinde adil olarak dinlenmediğinde, hiçbir işe yaramıyor. Profesör Lovallo, bu araştırma sonucunda elde ettiği verilerle iş dünyasındaki önyargıları 5 farklı kategoride sınıflandırmış. İşte bu önyargılar ve Lovallo’nun bu önyargıları kırma konusundaki önerileri. 




5 ÖNYARGI
1. Geçmiş deneyimlerin etkisiyle ‘kalıp tanıma’ önyargısı
2. Girişim heyecanıyla gelen ‘eylem’ önyargısı
3. Fazla durağanlık getiren ‘tutarlılık’ önyargısı
4. Çalışanların bireysel isteklerine göre karar verdiği ‘çıkar’ önyargısı
5. Baskın görüşlere uyan ‘sosyal’ önyargı

5 ÇÖZÜM ÖNERİSİ
1. Bakış açını değiştirerek, olasılıklara hazır ol, geçmiş kalıpları kır!
2. Belirsizlikleri teşhis edip öyle harekete geç!
3. Geleneklerin esiri olmaktan vazgeç, harekete üşenme!
4. Her bir çalışanın kişisel çıkar noktalarını net çiz!
5. Muhalefet yarat ki, yeni fikirler doğsun!



McKinsey’in araştırmasında saptanan, iş dünyasında görülme sıklığı en yüksek olan 5 önyargı ve bunlara yönelik geliştirilen çözüm önerileri şunlar:


1. ÖNYARGI
Genel kalıp tanıma (pattern-recognition) önyargıları, yöneticilerin sahip olduğu tecrübeler doğrultusunda hareket etmesi anlamına geliyor. Yani yöneticinin tecrübesi, gerçekleri görmesinin önündeki perde olabiliyor. Bir projeye dair bir hipotez şekillendiğinde, onu çürütecek kanıtı görmezden gelme bu tür önyargılardan en çok karşılaşılanı. Burada özellikle tehlikeye atılanlar, üst düzey yöneticiler. Çünkü onların uzun yıllara dayanan deneyimleri, benzerliklere bağlanma olasılıklarını ve yanılgıya düşme paylarını artırıyor. Üst kademe yöneticileri bir kararı savunurken ikna güçlerini zorlayıcı bir hikaye anlatmak için kullanıyorsa, orada kalıp tanıma önyargısı işbaşında demektir.

ÖNERİ: Bakış açını değiştir, her olasılığa hazır ol!

Bir yöneticinin yapılabileceği en iyi şey, hem kendisini hem de çalışanları, olguları farklı bir bakış açısıyla görme konusunda yönlendirmek. Bunun pratiği de basit saha ve müşteri ziyaretleriyle başlıyor. Çalışanları alternatif açıklamalar yapmaya yönlendirmeyi sağlayan rol değişikliği de önemli bir çözüm yöntemi. Bu aynı zamanda rekabetçi savaş oyunlarını işe yarar bir şekilde kullanma imkanı veriyor. Rol değiştirme, olaya dışarıdan bakarak düşünmeye de yardımcı oluyor.
Araştırmada bir diğer faydalı metotun da bakış açısı değiştirme olduğu savunuluyor. Bu konuda ilginç bir örnek de veriliyor. 2004'te Irak'ta ABD ordusunun etkinliğini artırabilmek için Albay Kalev Sepp’in bireysel inisiyatifini kullanıp 36 saat içinde 53 ayrı isyan bastırma çelişkisi yaratıp, bunun stratejilerini ve doğabilecek sonuçları belirlemesi hikayeleştiriliyor. Bu çaba, sonradan gelen politika değişiklerinde orduya yol gösterdi. Yöneticiler, içinde bulunulan durumun doğurabileceği en az 6 farklı olası sonucu önceden hesaplamalı. Bu sonuçlar doğrultusunda stratejileri de hazır olmalı.


2. ÖNYARGI
Türkiye’de olduğu gibi dünyada da pek çok yönetici, kurumda bir şeyleri değiştirmek için girişimci ruhunu kullanıyor. Yani eylemin her şeyi çözebileceğini sanıyor. Ancak, gelecek konusunda aşırı iyimserlik, yanlış eylem kararları alınmasını sağlayabiliyor. Bazen de, yöneticiler ve çalışanlar acil eyleme geçme konusunda yoğun baskı altında oluyor. Bu noktada, ortada çekici bir plan varsa, belirsizlikleri göz ardı ederek, aşırı güvenle işe koyulmak tehlikeli oluyor. Ancak pek çok kurum kültüründe belirsizlik bastırılıyor, onu göz ardı eden davranış da ödüllendiriliyor. Örneğin, bir plana müthiş güven duyduğunu açıklayan bir yönetici, onun risklerini açıklayan yöneticiden her zaman daha fazla onaylanıyor. Eğer yöneticide aşırı güven ve iyimserlik varsa, eylem odaklı önyargılar iş başında demektir.

ÖNERİ: Eylem her zaman çözüm değildir, önce belirsizliği teşhis et!

Bu önyargıyı kırabilmek için öncelikle belirsizliklerin net bir şekilde açığa çıkarılması gerekiyor. Bunun için de, yöneticilerin eyleme geçmeden önce, kendilerine pazar potansiyeli konusunda ne kadar iyi araştırma yaptığını sorması gerekiyor.Aynı zamanda senaryo planlama, karar ağaçları ile potansiyel sonuçların belirlenmesi gerekiyor. Yani, ekipteki kişileri şeytanın avukatlığına soyundurarak, bir kağıda içlerini dökmeleri için onları cesaretlendirmek çok işe yarıyor. Esas karar verme anında, hangi ölçümlemelerin görüntüleneceği hakkında tartışmak ve gerekli düzeltmeleri yapmak da çok önemli.


3. ÖNYARGI
Tutarlılık önyargıları, eylem odaklı önyargıların zıddıdır. Yani yöneticiler, girişim heyecanından uzaktır. Durağanlığın esas olduğu bu tip önyargılarda, yöneticiler içinde bulunulan statükodan vazgeçmeyi hayal bile edemez. Örneğin, bu tip önyargıda ilk fikrin güçlü etkisinden arınmak yöneticiye zor gelir. Tutarlılık önyargıları aynı zamanda isteksizlik de içerir. Çökük maliyet yanılgısı, şirketlerin iyiliği için bir an önce çıkmaları gereken işlerde kalmasına neden de olabilir. Araştırma, 15 yıl boyunca pek çok farklı sektörde faaliyet gösteren şirketlerin, mevcut sermaye bütçesi ile bir önceki yılın bütçesinin neredeyse aynı olduğunu gösteriyor. Yani, yönetici yeni yatırım kararları almak konusunda oldukça çekingen davranıyor. Benzer atalet, reklam bütçeleri ve Ar-Ge yatırımları için de geçerli oluyor. Dolayısıyla kurum, hem kendini hem çalışanlarını yenileyemiyor, yerinde sayıyor.

ÖNERİ: Geleneklerin esiri olma, tutarlılık her zaman iyi bir şey değildir!

Yöneticilerin geleneklerin esiri olmamalarına yardımcı olacak şey, iş yaparak elde edemeyecekleri esnek hedefler belirlemektir. Şirketin tutarlılık önyargılarını keşfedebilmek için, yöneticilerin zaman içinde verdiği kararları karşılaştırması gerekir. Örneğin, araştırmada her yıl her birimdeki yeni yatırım tutarlarının oranlarının eşleştirilmesi gerektiği vurgulanıyor. Eğer bu oran tutarlıysa, ama birimlerin büyüme fırsatları farklıysa bu kaygı yaratması gereken bir durum. Sıfır esaslı bütçeleme, umut verici görünse de, verilere göre bu yaklaşım ancak müthiş sıkıntılı dönemlerde kullanılıyor. Yöneticilerin bütçelerini revize ederek, yatırımlara yeniden öncelik vermesine bu yöntem yardımcı olabiliyor.


4. ÖNYARGI
Yanlış konumlandırılmış teşvikler, önyargıların ana kaynaklarından biridir. Her bir çalışanın itibarı, kariyer seçenekleri, bireysel tercihleri, kurum için alınacak kararların yönünü belirlemede etkilidir. Dolayısıyla her çalışanın bireysel menfaati, karar alırken kurum menfaatinin önüne geçebilir. Bu durum bazen organizasyon içindeki her birimin kendi çıkarlarını gözettiği, “silo düşünme” biçimine dönüşebilir. Daha da ötesi, üst düzey yöneticiler, fonksiyonel uzmanlıkları ve farklı rolleri nedeniyle şirketin hedeflerini genel hedeften çok farklı görebilir.

ÖNERİ: Herkes kendi çıkarını gözetir. Gerçekçi bir ‘çıkarlar’ tanımı yap!

Burada önemli olan, yeteri miktarda geniş ve gerçekçi “çıkarlar” tanımı yapmaktır. Tepe yöneticinin, çalışanların kariyer planlarını ve itibarlarını net şekilde çizmesi gerekir. Güçlü karar verme süreçlerinde, aykırı çıkarlar da açık ve net bir şekilde gözetilmelidir.


5. ÖNYARGI
Sosyal önyargılar kimi zaman kurum politikasıyla açıklanır. Ama aslında çok derin köklere sahip insani eğilimlerdir. Grubun ya da liderin baskın görüşleri genellikle uygun kabul edilir. Pek çok organizasyon, güçlü kurum kültürü ve teşviklerle bu eğilimlerin üstünü örter. Patron odaklı yaklaşımlar, profesyonellerin karar vermek süreçlerine yoğun bir şekilde etki eder. Sosyal baskının yarattığı baskı, doğru kararın önüne geçer. Bir kurumda yeterince muhalif ses duyulmuyorsa, bu durumun sosyal önyargıya dair güçlü bir uyarı sinyali olarak algılanması gerekiyor.

ÖNERİ: Muhalefetin olmaması iyi bir şey değildir. Kişisel olmayan tartışmalar yarat!

Yöneticilerin, çalışanlarının muhalif fikirler geliştirmesini destekleyecek esneklikleri sağlaması gerekir. Yönetici takımları arasında bu ortamı yaratabilmek için tartışma tekniklerinden faydalanılmalıdır. Elbette bu teknikler mükemmel tartışmalar yaratmak için tek başına yeterli olmaz. Orijinal tartışma yaratabilmek için, karar vericilerin kişiliklerinin ve geçmiş deneyimlerinin çeşitliliği gerekiyor. Ayrıca güven ortamı ve kişisellikten uzak bir kültür yaratılması da şart. Burada en tepe yöneticilerin kendilerini bir orkestra şefi gibi görmesi gerekiyor.


 
PATRON GÖRÜŞÜ HALA ÇOK EGEMEN

DR. CÜNEYT EVİRGEN

McKinsey’in raporunu yorumlaması için Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Enstitüsü Başkanı Dr. Cüneyt Evirgen’e başvurduk. Evirgen, raporu yorumlamanın ötesinde, önyargıları kendi bakış açısıyla bir kere daha sıraladı. Türkiye’deki iş dünyasının gerçekleri doğrultusunda ufuk açıcı yorumlar yaptı:


"Araştırma 5 önyargı başlığı atında toplanmış. Ben bir numaraya sosyal önyargıyı koyarım. Bundan kastım, patron görüşünün halen çok egemen olduğu bir kültür altında çalışılıyor olması. Yöneticilerde, verilecek kararı patronların onaylayacağı şekilde vermeye dair bir eğilim var. Bunun arkasında yeterince kurumsallaşmama yatıyor. Yöneticilerle sohbetlerimizde, “Fikir güzel, ama patron bu duruma böyle bakmaz, bunu onaylamaz” yanıtı veriliyor. Dolayısıyla yaratıcı öneri de getirecek olsalar, patron önyargısı her zaman iş başında oluyor.
İkinci olarak patern teşhis önyargısı geliyor. Bu biraz özgüvenden de kaynaklanıyor. “Biz bunu yaşadık, ona göre hareket ederiz” önyargıları da diyebiliriz bunlara. Bunu da son krizde gördük. İlk ekonomik kriz konuşulmaya başlandığında birçok yönetici sohbetlerde ‘Biz bu krizi gördük, alışkınız’ diyordu. Halbuki son kriz Türkiye’nin daha önce yaşadığı krizlerden çok farklıydı. 2001 krizinde ihracatla konuya çözüm bulunuyordu. Firmalar darboğazdan kendilerini bu şekilde çıkarabilmişlerdi. Ama son kriz küresel olduğu için, o zaman çalışmış olan çözüm, bu krizin çözümü olma konusunda yetersiz kaldı.
Eylem odaklı önyargılar da Türkiye’de çok sık görülüyor. Bu, Türk yöneticilerin girişimci ruhlu olmalarından kaynaklanıyor. Bir an önce harekete geçme isteği, kervan yolda düzülür anlayışı hakim. Özellikle göreve yeni gelen genç yöneticiler kısa zamanda başarı hikayesi yazmak istiyor. Bu nedenle önyargılarına yenik düşebiliyorlar. Örneğin perakende sektöründe bu eylem odaklı önyargıları gördük. 2005-2006 döneminde alışveriş merkezlerinin açılmasıyla mağaza sayısı da hızla artmıştı. Stratejik düşünce mantığı ile değil, rüzgarın yönüne doğru açılan bu mağazaların birçoğu başarısızlığa uğradı. Stratejik düşünce olmazsa varılan yer, hayalini kurduğunuz yer olmayabilir…"



Haberin tümünü buradan okuyabilirsiniz:
http://www.dijimecmua.com/index.php?c=sw&v=189&s=1246&p=113

1 Haz 2009

Global 500 Türk


Krizin eksik olmadığı Türkiye'de yetiştiler. Uluslararası şirketlerin,  dünyanın dört bir yanındaki ofislerinde artık onların sözü geçiyor. İşte Türk dostu şirketlerin, global yöneticileri.

Araştırma: Bahar Öztop
Turkishtime - Haziran 2009




Araştırmamın tamamını, dijimecmuadan okuyabilirsiniz.



http://www.dijimecmua.com/turkishtime/374/index/572601_global-500-turk-arastirma-bahar-oztop/

27 Oca 2009

REYTİNG ÖLÇÜMÜNÜ KİM YAPACAK?

AGB’nin 16 yıllık reyting ölçüm tekeli önümüzdeki yıl sona eriyor. Ancak tartışmalar sona erecekmiş gibi durmuyor. Bazı medya kuruluşları sistemden rahatsız, işin sahibi reklam verenler ise düzenin devamından yana…

Haber: Bahar Öztop, Turkishtime, Ocak 2009

Türkiye’de yaşayıp da bu kelimeyi hiç duymayan ya da anlamını bilmeyen televizyon seyircisi yok gibidir. Ancak, bu kelimenin aslında 3 milyar liralık bir yatırım mecrasının anahtar deliği olduğunu herkes bilmez. Son aylarda bir yandan ölçümlerin doğruluğu ve neden 16 yıldır aynı şirket tarafından yapıldığı, diğer yandan da ölçümleri yapan şirketi görevlendirme yetkisinin hangi kurumların elinde olması gerektiği tartışılıyor.
Aslında, reyting meselesi Türkiye için yeni bir gündem değil. Özel kanalların sayısının artmasıyla beraber, reklam verenler, TV kanalları, reklam ajansları ve medya şirketlerinin, tüm dünyada olduğu gibi reklam faaliyetlerini yürütebilecekleri ortak bir değerlendirme birimine ihtiyaç duymasıyla başlıyor tartışmalar. Bu amaçla, 1992 yılında Televizyon İzleme ve Araştırma Komitesi (TİAK) kuruluyor. Aynı yıl bir ölçümleme ihalesi açılıyor. İhaleye dünya genelinde bu ölçümleri yapan dört ana şirket katılıyor. AGB, TNS Piar, Nielsen ve GfK. İhaleyi 10 yıllığına AGB alıyor. O dönemde AGB’nin sonuçlarının hatalı olduğunu savunan Star TV’nin sahibi Cem Uzan, Nielsen şirketine yıllık 1 milyon dolar ödeyerek ayrı bir ölçümleme yaptırıyor. Ancak, sonuçlar AGB’ninkilere benzer çıkınca Uzan, Nielsen ile çalışmaktan vazgeçiyor.
Bugüne gelindiğinde ise yine reyting tartışmaları var. AGB’nin görev süresi 2010’da dolacak. Gerekli ihale ise 2009 yılı içinde açılacak. Fakat bu kez olayın tarafları ve boyutu daha karmaşık... Yine AGB ölçümlerinin güvenilirliğiyle ilgili ciddi eleştiriler var. TV kanalları ve yapımcılar, reyting ölçümlerinde çıkar amaçlı manipülasyon yapıldığını iddia ediyor. Eleştirenlerin başını, program yapımcılarının yanı sıra TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin ve Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Zahid Akman çekiyor. Şahin, ağırlıklı izleyicisi Anadolu’da olan TRT’nin izlenirliğinin doğru ölçümlendirilmediğini, bu nedenle TRT’nin reklamverenlerin bütçelerinden gerekli payı alamadığını savunuyor. Durumun böyle devam etmesi halinde sistemden çekilecekleri uyarısında bulunan Şahin, dünya kupası finallerinde bile TRT’nin ilk 10 TV kanalı arasına girememesinin imkansız olacağını dile getiriyor. RTÜK Başkanı Akman da, Ege Bölgesi’nde ölçümlerde birinci çıkan yerel kanalın, aslında o dönemde kapalı olduğunu söyleyerek, ölçümlere güvenmediğini açıkça dile getiriyor. Akman ve Şahin, sonuçların Türkiye’nin genelini yansıtmadığı ve bu araştırmaları yapan kuruluşların TİAK değil de, RTÜK tarafından denetlenmesi konusunda hemfikir. Peki bu iddialar gerçeği yansıtıyor mu? Denetleme işi kimin elinde olmalı? İzleme ölçümleri ve araştırmaları dünyada nasıl yapılıyor? TİAK üyeleri kimler ve süreci nasıl yönetiyorlar?

Bir: Ölçümlemeyi özerk bir kurum yapmalı

Prof. Dr. Ali Atıf Bir
Tartışmada konuyu en net haliyle ortaya koyabilecek isimlerden biri hiç kuşkusuz 11 yıl boyunca TİAK’ta AGB’yi bilimsel olarak denetleme işini üstlenen Prof. Dr. Ali Atıf Bir. Sistem Türkiye’ye uygulanmaya başladığı günden itibaren içinde olan Bir’e göre konu yeterince araştırılmadan yazılıyor ve bunun nedeni de tartışmaların odak noktasında herkesin bildiği ama bir türlü dile getirmediği bir durum. Bir, bu tartışmaların esasen Başbakan Erdoğan ile Aydın Doğan arasındaki savaştan kaynaklandığını iddia ediyor. Erdoğan ölçümleme işinin denetlenmesinin ve lisansların dağıtılmasının RTÜK tarafından gerçekleştirilmesini istiyor. Bir’e göre, bu işin yönetimini ne TİAK ne de RTÜK yapmalı. Prof. Bir’in bu konudaki çözüm önerisi, acilen Televizyon Ölçümleme Kurulu’nun (TÖK) hayata geçirilmesi. Bir, bu fikrini şöyle açıklıyor: “Denetleme ve görevlendirme işini ‘özerk’ olarak yapacak bir kuruma ihtiyaç var. Rekabet Kurulu’na benzeri bir yapıda, acilen Televizyon Ölçümleme Kurulu (TÖK) adında, yasayla hazırlanmış özerk bir yapı oluşturulması gerekiyor. Yönetim asla özel sektörün elinde olmasın diyorum ben. Ayrıca RTÜK de özerk bir kurum değil, çünkü politika ve siyasetten çok etkilenen bir kurum. Dolayısıyla da hükümetler değiştikçe, modeli değiştirmek isteyenler olacaktır.”
16 yıldır reyting ölçümleriyle ilgili bütün verileri yakından takip ettiğini belirten deneyimli isim, Türkiye’nin örnekleme yönteminin değişik olduğunu ve AGB’nin yaptığı araştırmada esas sorunun örnekleme yönteminden kaynaklanabileceğini iddia ediyor.


ALİ ATIF BİR, REYTİNG ÖLÇME İŞİNİN NE TİAK NE DE RTÜK TARAFINDAN YAPILMASINI DOĞRU BULUYOR. GFK TÜRKİYE YÖNETİCİ ORTAĞI ORHUN, SEKTÖR SORUNLARINI KENDİ İÇİNDE ÇÖZECEĞİNİ BELİRTİP TİAK’IN YOLUNA DEVAM ETMESİ GEREKTİĞİNİ BELİRTİYOR. TİAK’IN GÖREVLENDİRDİĞİ AGB’NİN GENEL MÜDÜRÜ ARZU EDER İSE, BU KONUDA TARAFSIZ.

59 milyon kişi temsil ediliyor
AGB Nielsen Media Research Türkiye
 Genel Müdürü Arzu Eder
Peki AGB Nielsen’in örnekleme yöntemi nasıl?Araştırma, nüfusu 20 binin üzerindeki kentsel yerleşim bölgelerinde, TV ve telefonu bulunan 2 bin 500 haneye konulan people-meter denen reyting ölçüm cihazlarıyla gerçekleşiyor. Yani araştırmada yaklaşık olarak 10 bin denek var. TV izleme ölçüm araştırması, Türkiye’yi temsil niteliğine sahip 34 il ve 41 ilçeyi kapsıyor ve 5 yaş üzeri 59 milyon kişiyi temsil ediyor. Turkishtime’a açıklama yapan AGB Nielsen Media Research Türkiye Genel Müdürü Arzu Eder, panel büyüklüğünün, analiz edilmek istenen hedef kitlelerin özelliklerinin, reklam ve TV sektörünün bu araştırma için ne kadar bütçe ayıracakları ile ilgili olduğunu belirtiyor. Eder’e göre, çok daha küçük bir örneklem ile tüm ülkeyi temsil etmek de mümkün. Ancak küçük panellerde cinsiyet, yaş gibi kırılmalar bazında analiz gücü azalabilir. Genel müdür, örneklemin büyütülmesi, yaygınlaştırılması gibi konuların işin sahibi olan TİAK’ın talep ve finanse etmesiyle ilgili olduğunu belirtiyor.

Dünyada da TİAK’lar var
Eder’in verdiği bilgilerden TİAK’ın yetki alanı da net olarak anlaşılıyor. “Türkiye’de TV izleyici ölçümlemesi, TİAK tarafından görevlendirilen teknik komite ve TİAK denetçisi tarafından belirlenmiş teknik şartnameler çerçevesinde yapılıyor. Örneklem büyüklüğü, iller, temsil edilecek evren, panel kompozisyonunda kullanılacak temel değişkenler ve raporlama kriterlerini TİAK belirler” diyor. Ancak Eder, AGB Nielsen’in TV izlevici ölçümlemesi yaptığı tüm ülkelerde aynı sistemi uyguladığının da altını çiziyor. AGB bugün dünyada reklam harcamasının yüzde 75’inin gerçekleştiği 31 ülkede toplam 58 bin 835 hanede televizyon izleyici ölçümlemesi yapıyor. Eder, dünyada da TİAK benzeri kuruluşların olduğunu belirtiyor.
Eder’in verdiği bilgiye göre, bir ülkede TV izleme ölçüm araştırmalarının olgunlaşması ile birlikte o ülkede reklam sektörünün dinamikleri bir araya gelerek TV izleyici ölçüm araştırmalarının yapılacağı teknik şartnameyi belirlemek üzere JIC (Joint Industry Commitee) tabir edilen komite kuruluyor. Aynı Türkiye’de olduğu gibi reklamverenler, TV kanalları, reklam ajansları ve medya şirketlerinden oluşan bu komite sektörün kullanacağı TV izleme ölçüm araştırmalarının ne şekilde yapılması gerektiğini belirliyor.


Neden 16 yıldır AGB?
Genel Müdür Arzu Eder, AGB’nin 16 yıldır bu işi yürütmesinin ardında neden arayanlara da şöyle yanıt veriyor: “1992 yılındaki ihale 10 yıllığına kazanılmıştı. 2002’de ise yeni bir ihale açılmadı. AGB Nielsen dünyada bu işi yapan birkaç şirketten biri zaten. Ayrıca, etkinlik alanı sadece televizyon izleyici ölçümleri olan ve tüm enerjisi ve kaynaklarıyla sadece bu alanda yatırım yapan dünyadaki tek araştırma firması… Bu iş ciddi emek isteyen bir iştir; sürekli değişiklik yapmak sektöre yarar sağlamaz.”
Eder, 2009 yılında açılacak ihaleye katılacaklarının altını çizerek, “AGB Nielsen, işin ihale edilmesini kim üstlenir ya da denetlerse denetlesin, TV izleyici ölçümlemesini, güvenilir, bağımsız ve şeffaf bir şekilde tüm dünyada ve Türkiye’de başarıyla uygulayan şirket. Üstelik Türkiye’deki bunca yıllık tecrübemiz de çok değerli” diyor. Genel Müdür Eder’e, aynı anda birkaç şirketin araştırma ve raporlama yapması halinde, ortaya sağlıklı bir tablo çıkacağını” soruyoruz. Şöyle cevap veriyor: “Televizyon izleyici ölçümlemesinin amacı, TV kanalları, reklamverenler ve medya planlama şirketlerine reklam faaliyetlerini yürütebilecekleri ortak bir değerlendirme birimi sağlamak. Bu birim, aynı para birimi gibi, her ülkede tek olduğunda sağlıklı bir tablo ortaya çıkar ve birimin sayısı artınca yalnızca karmaşa oluşur.”

İhale için şirketlere davet gitmesi gerekiyor

Peki olayın diğer cephesinde durum nasıl? 1934 yılından beri pazar araştırmaları hizmeti sunan Almanya’nın en büyük, dünyanın 4’ncü büyük araştırma grubu GFK ve dünya genelinde 70’ten fazla ülkede 9 farklı sektörde araştırmalarını sürdüren TNS Piar gerçekten haksızlığa uğradı mı? Burada hemen bir parantez açmak gerekiyor. TNS Piar, 1997 yılından bu yana Basın İzleme ve Araştırma Komitesi’nin yetkilendirmesiyle “Türkiye Basın Okurluk” araştırmasını gerçekleştiriyor. TNS Piar’dan reyting tartışmaları üzerine yapılan basın açıklamasında, “İhale açılmasına karar verilen durumlarda, araştırma şirketleri, ihalelere davet edilmeleri durumunda öncelikle, mevcut altyapı ve finansal donanımlarını gözden geçirerek, ihale şartnamesinde talep edilen koşulları yerine getirip getiremeyeceklerini değerlendirip, bu çerçevede teklif verip vermeyeceklerine karar verirler” deniliyordu. Yani TNS Piar, TİAK’ın yeni bir ihale açması halinde bir değerlendirme sürecine girip, ihaleye katılıp katılmayacağı konusunda karar verecek. Araştırma şirketleri, ancak ihale şartnamesi kendilerine gönderildiği takdirde ihaleye katılım sürecini başlatabiliyor.

Minimum 3 ay hazırlanma süresi gerekiyor

GFK Türkiye yönetici ortağı Ali Levent Orhun
GFK Türkiye yönetici ortağı Ali Levent Orhun, 1992’deki ihale süreci ve koşulları açısından bir sorun yaşanmadığını, bu kararın ve 2002’de ihale açılmamasının komitenin takdir hakkı olduğunu belirtiyor. GFK, Avrupa’da TV izleme ölçümleri konusunda 16 ülkede 18 binden fazla hanede telecontrol sistemini uyguluyor. Kuzey Amerika ile birlikte 30’dan fazla ülkede medya araştırma hizmeti veriyor. Orhun, 2009’da açılacak ihaleye katılacaklarını söyleyerek, “Bizim en önemli beklentimiz ihale üzerinde çalışabileceğimiz yeterli zamanın bize tanınmasıdır. Bu süreyi de minimum 3 ay olarak öngörüyoruz” diyor.
ürkiye’nin, araştırma uygulamaları bakımından dünya ile aynı seviyede olduğunu kaydeden Orhun, dünyada kullanılan en ileri teknoloji, araştırma teknikleri ve analiz sistemlerinin Türkiye’de de yaygın olarak kullanıldığını ifade ediyor.

Bu mesele özel sektörün konusu
Peki, RTÜK’ün reyting yasasına eklenmesi planlanan bir maddeyle TİAK yerine yetkilendirilmesini nasıl değerlendiriyor GFK? Orhun, “Bu işin RTÜK’e verilmesini doğru bulmuyoruz. Bu mesele özel sektörün konusudur ve TV izleme araştırmaları denetleme amacıyla yapılmıyor. Araştırma sektörünün ne bu ölçümlemede, ne de diğer ölçümlemelerde kamu denetimine girmesini doğru bulmuyoruz. Dünyada da örneği yoktur. RTÜK sosyal ve medya araştırmalarını kendi bütçesinden yine araştırma sektöründen destek alarak gerçekleştirebilir. Örneğin araştırma dünyasında farklı mecraları tek denekle (single source) yüksek sayıda örnekleme giderek ölçen, kırsal bölgeleri de içine alacak şekilde araştırma uygulamaları yapılmakta. RTÜK radyo ve TV ile ilgili kamuya hizmet edecek, farklı mecra ve hedef kitleleri içeren araştırmaları planlama ve gerçekleştirme özgürlüğüne sahip” diyor.
Orhun’a göre, serbest piyasa koşulları geçerli olduğu sürece piyasa kendi sorunlarını dış müdahaleler olmaksızın çözme yeteneğine sahip.



Çolakoğlu sert çıkıyor


TİAK üyesi ve Doğan Holding yayın danışmanı Nuri Çolakoğlu, reyting meselesinin Türkiye’de saçma sapan bir kavga dövüşü haline getirildiğini söylüyor ve sert çıkıyor: “ Bu güzellik yarışması ya da sosyolojik bir araştırma değil. Bu çok düz ve basit bir şekilde reklam verenlerin-ki bu sektörün bütün parasını ödeyenler onlar- kaç kişiye ulaştıkları, satışlarını yahut hizmetlerini reklamların nasıl etkilediğini görmek için yaptırdıkları bir araştırma. Bunun daha karmaşık, daha sinsi ya da çetrefilli bir hali yok. Olay bu kadar basit. Bu RTÜK’ün karışacağı bir şey değil.”
Çolakoğlu’nun ölçümün doğru yapılmadığı iddialara da tepkisi var: “Bu ölçümün doğru olmadığını söylemek en hafif tabiriyle ahmaklık. Sen bunun doğru yapılmadığını savunduğun zaman bu iş için Türkiye’de 3 milyar dolar, dünyada bu iş için 500 milyar dolar harcayan reklam verenlerin paralarını nereye harcadıklarını bilmeyen salaklar olduğunu iddia ediyorsun. Sapmalar elbette her türlü araştırmada olur. Ama istatistik bilimi zaten bir bütünü temsil etmek üzere, bunun belli orandaki bir parçasının alınıp buradan yola çıkılmasıdır.”

Sistemin bir sorunu varsa da, bunu kendi içinde düzelteceğini belirten Çolakoğlu, buna karşın sistemin baştan aşağı ele alınmasını gerektiren bir durumu olduğunu da vurguluyor. Çolakoğlu’na göre, bu durumun saçma sapan tartışma konusu yapılmasının tek bir sebebi var: “Doğru düzgün televizyon programı yapmasını bilmeyenler yeterli izleyici sayısına ulaşamadıkları için reklamdan yeterli payı alamıyorlar.”


Global 500 Türk - İkinci Araştırma

Küresel şirketler, rekabetçi baskılar karşısında esnek olabilecek yöneticilere, her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyor. Bu da Türk yönetic...