30 Ağu 2008

En hızlı yatırımcı


Geçen yıl 130 milyon dolarlık yatırımla turizm sektörüne hızlı bir giriş yapan Aktay Turizm, bir yıl geçmeden ikinci yatırıma start verdi. Yeni yatırım miktarı 100 milyon dolar. Hedef İstanbul’un turizm konseptini değiştirmek.


HABER: BAHAR ÖZTOP
TURKISHTIME-AĞUSTOS 2008

Sektörde yeni olmasına rağmen sağlam adımlarla ilerleyen Aktay Turizm, otel girişimleriyle sektörün en dikkat çekici yatırımcıları arasında yer aldı. Geçtiğimiz yıl Mayıs ayında Antalya Belek’te hizmete giren ve pek çok ilke imza attıkları Ela Quality Resort Hotel yatırımıyla sektörde kendine iyi bir yer edinen Aktay Turizm, ikinci yatırım kararını aldı bile...  İstanbul’da yaklaşık 100 milyon dolara mal olması hesaplanan bir otel yatırımı yapacak olan Aktay Turizm, alanında bir ilki gerçekleştirme hedefinde.
Aktay Turizm’in Genel Koordinatörü ve Ela Quality Resort Hotel’in CEO’su Vadi Karatopraklı, İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olacağı 2010 yılında hayata geçirmeyi planladıkları otel projesinin, ekibi çok heyecanlandırdığını anlatıyor.
Bu proje, sıradan bir otel yatırımıyla sınırlı değil. İstanbul’a gelecek turistlere konaklamanın yanı sıra, kentin tarihi ve kültürel yerlerini uzman rehberler eşliğinde gezme imkânı da yaratılacak olması, otel konseptinin en ilgi çekici yanı.
Genel Koordinatör Karatopraklı, Türkiye’de bir ilk olacak bu projenin bir öngörünün yanı sıra, gözlemlerle de geliştiğini belirterek, “İstanbul çok büyük tarihe ve zenginliğe sahip bir dünya kenti... Kenti ziyaret eden yerli ve yabancı turistlerin konaklamalarında problem yaşamadığını, ancak şehrin ulaşımında sıkıntı yaşadığını görüyoruz. Bu nedenle, İstanbul’un güzelliklerini yerli ve yabancı konuklarımızın ayağına getirebileceğimizi düşündük. Onları hiç yormadan her ayrıntıyı düşünerek bir program hazırlayacağız. Kente ayak basmadan otel tarafından hazırlanacak program ile ne zaman nereyi ziyaret edeceklerini bilecekler. Bu programlar o kadar detaylı ve güzel olacak ki, misafirlerimiz kendilerini bu paketi almaya mecbur hissedecekler.” diyor.



İstanbul’a gelecek turistlere konaklamanın yanı sıra, kentin tarihi ve kültürel yerlerini uzman rehberler eşliğinde gezme imkânı da yaratılacak olması, otel konseptinin en ilgi çekici yanı.

Lüks’te uzman
Karatopraklı, minimum 150 oda kapasitesine sahip olacak otelde, tarihi bir atmosfer yaratılarak Bizans'tan günümüze İstanbul'un sahip olduğu zenginliklerden izler de yansıtılacağını söylüyor. Ela Quality Resort Hotel ile çok sağlam bir temel oluşturduklarını da belirten Karatopraklı, “Uzmanlık alanımız lüks, Türkiye'ye gelen turist profilini değiştirme yolunda yeni otelimiz yüzde yüz kalite hedefiyle butik tarzda ve pahalı olacak" şeklinde konuşuyor. İstanbul’da, ulaşım açısından merkezi olan bir yerde bina giydirme yöntemiyle faaliyete geçmesi düşünülen otelde, yılda ortalama 25 bin kişinin kalması planlanıyor. Fiyatların gelince… Gecelik konaklamanın minimum 400 dolar, tur dahil bir paketin ise 7 bin dolar civarında olacağını söylüyor Karatopraklı.

‘Zengin müşteri profilini çekeceğiz’
Alınan bu kararla, Aktay Turizm’in resort otelcilik alanında gelişmeye devam edeceğine değinen Karatopraklı, bu projenin Türk turizmine büyük katkıları olacağını savunuyor:  “Sadece bu projeyle sınırlı kalmayacağız. Yaratıcı ekibimizle sürekli beyin fırtınası yaparak yeni projeler için çalışıyoruz, dünyadaki trendleri takip ediyoruz. Sunacağımız ürünler çok kaliteli ve iddialı olacağından, zaten direkt zengin turistin isteklerine yönelik hazırlanacağından bu müşteri profilini çekeceğimize inanıyoruz.”


Ela Quality Resort’da ağırlanan misafirlerin hedeflenen profille örtüştüğüne de değinen Karatopraklı, “Bu konuda çok şanslıyız. Adımızın içindeki Quality (kalite) kelimesine uygun hareket ediyoruz ve kaliteyi arayan müşteri bize geliyor. Bu anlamda müşteri profilini değiştirmek gibi bir çabamız yok. Aksine onlarda bağlılık yaratmak gibi bir isteğimiz var. Ayrıca misafir milliyeti oranlarını dağıtmak istiyoruz.” şeklinde konuşuyor. Karatopraklı, Ela Quality Resort Hotel’de bu yıl içinde 30 bin konuğu ağırlayacakları, bu rakamı önümüzdeki yıl yüzde 20 oranında artırmayı hedefledikleri bilgisini veriyor.

Vadi Karatopraklı
Aktay Turizm Genel Koordinatörü:
“En etkili pazarlama stratejilerinden birisi de kulaktan kulağa pazarlamadır. Biz buna inandığımız için Ela’dan giden her konuğun bize kat ve kat artarak döneceğine inanıyoruz. Yapılan araştırmalara göre müşteri memnuniyeti yüzde 95. Çalışmalarımız, bu oranı yüzde 98’e yükseltmek için titizlikle sürüyor”


‘Sektörün sorunu altyapı yetersizliği’
Türk turizm sektörüne ilişkin değerlendirmelerde de bulunan Vadi Karatopraklı, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yapılan çalışmaları faydalı bulduklarını özellikle reklam kampanyalarının etkili olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ancak bu konuda her turizmcinin bir şeyler yapması gerekir. Biz kendi adımıza bu sene yurtdışında ve yurtiçinde çalıştığımız acentelerle birlikte bir çok faaliyetlerde bulunduk ve bulunmaya devam ediyoruz.  Hatta işi sadece yurtdışındaki ilişkileri geliştirmek olan arkadaşlarımız var. Onlar sürekli irtibatlar kurarak, oralarda birebir sıcak ziyaretler gerçekleştiriyorlar ve organizasyonlar yapıyorlar. Bunun elbette bize maliyeti yüksek ama doğru bir yol olduğu kesin.  Bu konuda ciddi anlamda harcama yapıyoruz. Tanıtımlar uzun vadeli ve uzun soluklu olmalıdır.”
Türkiye’de yeteri kadar otel yatırımı olduğunu, ancak sektörün en büyük sorunlarından birinin altyapı yetersizliği olduğuna dikkat çeken Genel Koordinatör Karatopraklı, öncelikle bunun çözülmesinin gerekliliğine vurgu yapıyor. Karatopraklı, Ela Quality Resort’un bulunduğu Belek bölgesinde oteller dışında hiçbir şey olmadığından da örnek vererek, turizm yatırımlarının sadece otel olarak düşünülmemesi gerektiğinin altını çiziyor. Karatopraklı’ya göre yatırımların, çevre geliştirme, alternatif gezi alanı ve alışveriş merkezleri yaratma alanlarına da kayması şart. Çünkü, otel misafirinin yürüyerek gidip keyifle dolaşacağı, oturup kahvesini içeceği, alışveriş yapacağı yerlerin ve restoranların alternatifi çok kısıtlı.

İşportadan yabancı ortaklığa


Kahramanmaraş’ta başlayıp, Tahtakale’de filizlenen ve yabancı ortaklığa kadar uzanan bir girişim öyküsü. Finlandiyalı Ahlström Capital’in yüzde 50’sini satın aldığı EL-Bİ Elektrik’in öyküsünü, 100 milyon dolarlık ciro hedefini ve ilerleme stratejisini CEO Celal Kerpişçi anlattı.



HABER: BAHAR ÖZTOP
TURKISHTIME-AĞUSTOS 2008

2007 YILININ Mayıs ayında Finlandiya’nın en büyük girişim sermayesi şirketlerinden Ahlström Capital, EL-Bİ Elektrik’in yüzde 50’sini satın aldı. Yaklaşık 190 milyon avroluk sermayeye ve uzun yıllara dayanan endüstri deneyimine sahip olan Ahlström Capital’in, yatırım tercihini EL-Bİ’den yana yapması dikkat çekiciydi. Çünkü Finlandiyalı şirket, yatırım için bugüne kadar İskandinav ülkeleri, Rusya ve gelişmeye müsait olan komşu bölgeleri seçiyordu. Şirketin 2007 yılı değerlendirmesinde EL-Bİ’nin seçilmesinin nedenleri olarak, büyüyen Türkiye pazarında ve komşu ülkelerde rekabetçi ürünlere sahip olması ile Rusya, Balkanlar ve Ortadoğu’ya açılmada bölgesel avantaj sunması olarak gösteriliyor.
Yeniliklere öncülük ederek yabancı sermayenin dikkatini ve yatırımını 150 milyon dolarlık Türkiye pazarına çeken, 45 ülkeye ihracat yapan elektrik aksesuarı üreticisi EL-Bİ Elektrik’in bu başarıya ulaşmasının altında Kahramanmaraş’tan başlayan bir öykü yatıyor. Afşin Elbistan Termik Santrali’nin inşaatında çalışması çok beğenilen Saadettin Buğday’ın, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün yapımı için İstanbul’a getirilmesi her şeyin başlangıcı olmuş. 
Bugün anahtar ve priz mekanizmalarıyla aydınlatma ürünleri üreten EL-Bİ’nin kurucusu Saadettin Buğday, köprünün inşaatı tamamlandıktan sonra İstanbul’da kalarak, sokak aralarında hırdavat ve inşaat malzemesi satmaya başlamış. Ardından Tahtakale’de 15 metrekarelik bir dükkân satın alan Buğday’ın yolunu, inşaat sektöründeki yükseliş açmış. Özellikle Rusya ve Ortadoğu’dan gelen müşteriler, küçük esnafın da ihracatçı konumuna gelmesine büyük katkı sağlamış. İşte bu dönemde artan talep, Buğday’ı üretim kararı almaya itmiş. 1993’te İstanbul Kağıthane’de Elbistan Hırdavat adıyla üretime açtığı fabrika, Buğday’ın ihracatçı olarak sektörde kendini kanıtlamasında mihenk taşı olmuş. 2001 yılında Arnavutköy’e taşınan ve modern bir altyapıyla inovasyona yönelen EL-Bİ, bu girişimleriyle sektördeki pazar payını artırarak, yabancı yatırımcıların dikkatini çekmeyi başarmış.

Hedefi yüzde 35-40’lık pazar payı
Ahlström ile ortaklığın ardından, şirketin CEO’luk koltuğuna oturan Celal Kerpişçi, süreci Saadettin Buğday’ın Kahramanmaraş’tan filizlendirdiği bir başarı öyküsü olarak tanımlıyor. Yaklaşık 15 yıl Koç Holding’te Beko Elektronik yurtdışı pazar yöneticiliği yapan, Aras Kargo’nun genel müdürlüğü gibi önemli görevleri üstlenen Kerpişçi, şirketin yüzde 50 ortağı Ahlström Capital’den teklif alarak göreve başlamış. Bugün EL-Bİ’nin hem ihracatta hem de iç piyasada önemli bir oyuncu olduğuna dikkat çeken Kerpişçi, şirketin 2010 yılında 100 milyon dolar ciroyla pazar liderliğine koşacağını söylüyor.  Kerpişçi’ye göre, EL-Bİ’nin, Finlandiya’nın kendi alanında dev kuruluşu Ahlström Capital tarafından tercih edilmesindeki en önemli nedenlerden biri gelecek vaad ediyor olması… EL-Bİ’nin bugün 450 çalışanıyla, yenilikleri ve ürün kalitesiyle iç piyasadaki üç önemli oyuncudan biri olduğunu vurgulayan Kerpişçi, sektörde çok ciddi bir rekabetin yaşandığına da dikkat çekiyor.
Türkiye’de, 150 milyon dolarlık elektrik aksesuarı pazarının bulunduğu bilgisini veren Kerpişçi, “Sektörde hem güçlü yerli firmalar, hem de Schneider, Legrand gibi büyük oyuncular var. Ayrıca ismini sayamayacağım kadar çok Çinli üretici de pazarda yayılmaya çalışıyor. Bu büyük rekabet içinde EL-Bİ Pazar payı açısından ilk iki içinde bulunuyor. Bu yılın sonuna kadar yüzde 25’lik bir pay elde etmeyi planlıyoruz. 2010 yılı sonuna kadar da yüzde 35-40 seviyesine ulaşmış olacağız” diyor.

1.200’den fazla şehri aydınlatıyor
Amerika’daki mortgage krizinin tetiklediği finans krizinin tüm dünyaya yayılması, Türkiye ekonomisini ve dolayısıyla inşaat sektörünü de etkiledi. Bu durum, üreticilerin ihracata yönelmesine neden oluyor. Kerpişçi, böyle dönemlerde ihracata ağırlık veren bir stratejiye odaklandıklarını ve bu yıl üretimin yüzde 65’ini ihracata, yüzde 35’ini iç piyasaya ayıracaklarını anlatıyor. EL-Bİ’nin 2006-2007 yılları arasında yüzde 25’lik bir büyüme gerçekleştirdiğini ifade eden Kerpişçi, 2008 yılı büyüme hedefinin yüzde 72 olduğunu belirtiyor. 2009 ve 2010’da büyüme tahmini ise yine yüzde 25.
 Göreve geçtiğimiz Aralık ayında başlayan Kerpişçi, “O günden bu yana EL-Bİ’nin organizasyonel yapısından imaj çalışmasına, ürün gamından teknoloji yatırımlarına kadar büyük değişiklikler yapıyoruz. Rekabetin yoğun olduğu bir sektör olduğu için, kalifiye olmayan müşterileri elemine ettik ve bayilik sistemimizi geliştirdik. Şu anda Türkiye’de 148 bayiimiz var. Dünya üzerinde, 1.200`den fazla şehirde EL-Bİ`nin ürettiği anahtar, priz ve aksesuarlarla aydınlatma armatürleri kullanılıyor” diyor. Kerpişçi, EL-Bİ’nin çok güçlü bir Ar-Ge ve inovasyon ekibi olduğunu ve cironun yüzde 5’ini Ar-Ge yatırımına ayırdıklarına değiniyor:
“EL-Bİ ürün yönetimi ekibi, sektörle ilgili tüm dünya fuarlarını yakından takip ederek, rakiplerini yakından izliyor ve iyi oyuncu olduğumuzu rakiplerimize kanıtlıyor. Çünkü rekabetçi bir ortamda yatırımlarınızı zamanında yapmak ve ürünleri doğru zamanda piyasaya sürmek zorundasınız.”

Ukrayna ve Rusya’da büyüyor
EL-Bİ, İstanbul Arnavutköy’de kurulu fabrikadan 45 ülkeye ihracat yapılıyor. Ağırlıklı ihracat pazarları inşaat sektörleri hızla gelişen Türk Cumhuriyetler, Rusya, Balkanlar ve Baltık ülkeleri. Henüz Avrupa’nın her yerine yayılmadıklarını da söyleyen Kerpişçi, 130 milyon adetlik yıllık üretim kapasitesini artırdıklarında Avrupa’nın tamamına yayılacaklarının altını çiziyor. “İnşaat sektörü Türkiye’de son ekonomik dalgalanmalardan dolayı biraz yavaşladı. Ancak Rusya ve Ukrayna’da ciddi anlamda büyüyor.. Rusya’da 250 milyon, Ukrayna’da ise 150 milyon dolarlık pazarla var. Bunlar ciddi rakamlar. O nedenle biz de ihracatımıza ağırlık verdik.”
Kerpişçi, ağırlıklı olarak ‘switch and socket’ denilen anahtar grubu üzerine yoğunlaştıklarını ve bu konuda iddialı olduklarını da söylüyor. Eskiden mimarların ya da tesisatçıların yönlendirmesiyle anahtarın seçildiğini, ancak artık dizaynın satış açısından ön planda olduğunu anlatan Kerpişçi, “Dizayn ve güvenlik bizim en çok vurguladığımız, bizi rakiplerimizden ayıran en önemli özellik. Artık elektrik çarpmalarına son diye bir sloganımız var. İnşaat sektörüyle paralel gittiğimiz için montaj açısından kolaylığımız da çok fazla. Örneğin, rakiplerimizin ürettiği anahtarlarla 1 saat içinde 60-70 tane montaj yapılabilirken, bizim anahtarlarımızla 150-160 tane montaj yapılabiliyor. Bu açıdan da büyük bir kolaylık sağlıyoruz” şeklinde konuşuyor.
Sektörde karşılaşılan sorunlarla baş edebilmek için iyi plan yapmanın ve proaktif olmanın bir zorunluluk olduğuna dikkat çeken deneyimli CEO Kerpişçi, bu konuda neler yaptıklarını şöyle anlatıyor: “Çok özel bir birim kurduk. 95 bin potansiyel alıcıyı ziyaret edip, ayrı bir kampanya ile satış yapan bir ekip şu anda sahada dolaşıyor. Bu ekip şu anda 35 kişi, ama 50 kişiye kadar çıkartacağız. Çok güzel geri dönüşler oluyor. İyi şirketler gelmeye başladı. Her pazarın ayrı bir kültürü var, bu doğrultuda hareket ediyoruz. Markamızı hemen her yerde görebilirsiniz. Tüm Türkiye’de, El-Bİ ürünlerinin pazardaki penetrasyon oranı yüzde 90’ın üstünde. Buna toplu konutlar da dahil” diyor. Bu iddialı firmanın ismini önümüzdeki dönemde giderek daha fazla duyacağımız kesin.


“Aslan gibi rekabet edeceğiz”
Pazarda Schneider ve Legrand gibi güçlü yabancı oyuncular, kalite sorunu olmayan ucuz Çin menşeli ürünler satanlar ve tecrübeli yerli firmalar var. EL-Bİ, bütün bunların arasında kaliteli ve montajı kolay ürünleri ile Pazar liderliğini hedefliyor. Yabancı ülkelerde Türk rakiplerini görmekten de mutluluk duyduğunu ifade eden Kerpişçi, Türk firmalarının da en az Çinliler kadar rekabetçi olduğuna vurgu yapıyor: “Çin’de kalite problemi var.  Çünkü ne kadar ucuza üretirseniz, kaliteden o kadar ödün vermek zorundasınız. Çin’de yapılacak bu tür bir üretimin bizim kalitemizi yakalayacağına inanmıyorum. Herhangi bir pazarda Çin malı dendiğinde bir soru işareti oluşuyor. İddia ediyorum, Çin eğer kalitesini artırırsa o maliyetleri yakalayamayacaktır. Biz, kalitemizle aslan gibi rekabetimizi yapacağız.”

Kişisel değil, topyekûn gelişelim


Kişisel gelişim duayeni Prof. Dr. Üstün Dökmen, ‘Kişisel değil, topyekûn gelişelim’ diyor. Ona göre, Türk insanı ister üst düzey yönetici, ister çaycı olsun kaz adımlarıyla ilerleyip büyümek istiyor. Yapılması gereken ise, Japon mucizesini yaratan kai-zen’e odaklanmak…


HABER: BAHAR ÖZTOP
TURKISHTIME-AĞUSTOS 2008

ON PARMAĞINDA on marifet olan bir psikolog. Her şeyden önce bir eş ve iki kız babası. Sonrası mı? Saymakla bitmez. Akademisyen, kişisel gelişim seminerleri veriyor, milli takıma psikolojik danışmanlık yapıyor, TV programı hazırlıyor ve sunuyor, bilimsel kitaplar ve makalelerin yanı sıra, tiyatro oyunları ve şiir yazıyor. Şimdi de Anadolu’nun çeşitli illerinde şubeler açarak geliştirdiği Küçük Şeyler Akademisi Anaokulu projesiyle bir girişimci… Prof. Dr. Üstün Dökmen, yazımızın başlığına yakışan bir isim, kişisel değil, topyekun gelişimci adeta.
Aslında o kişisel gelişim uzmanı ve psikolojik danışman deyince Türkiye’de ilk akla gelen isim. Ona, bu konuda popülerlik kazandıran en temel nokta ise, yaptığı her işin altına attığı ‘güvenilirlik’ imzası. Bu durumun pek çok kanıtı var. TRT’de 2002 yılından beri hazırladığı ve sunduğu ‘Küçük Şeyler’ programı pazar günleri ailecek izleniyor. Prof. Dr. Üstün Dökmen’in bir nevi sosyal sorumluluk projesi olarak gördüğü bu TV programı, sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da genç yaşlı kadın erkek her kesimden insanın vazgeçemediği bir bilgi alma aracı konumunda.
Bugüne kadar,  yazdığı 12 kitabının toplam baskı adedi yaklaşık 1 milyon civarında. 13’üncü Kitabı Küçük Şeyler 3 de yoğun ilgi görüyor. Türk Hava Yolları’ndan Türkiye İş Bankası’na, üniversitelere kadar hem özel sektör, hem de kamu alanında 180 önemli kuruluşa kurumsal eğitimler vermiş. Geçtiğimiz Mart ayında Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim’in kendisini arayıp, tüm milli takımlar için bir psikoloji bölümü oluşturmak için destek istemesi de Dökmen’in, deneyimine, birikimine ve kendisine duyulan güvene dair önemli bir işaret. 
Konuğumuz Prof. Dr. Üstün Dökmen olunca, ekonomiden milli takıma, kişisel gelişim dünyasından Türk eğitim sistemine kadar konuşacak o kadar çok konu vardı ki, aldığımız yanıtların bu sayfalara sığması mümkün değil. Prof. Dr. Üstün Dökmen, Turkishtime okuyucuları için anlattı…

     
“İşimize duygularımızı yeteri kadar katalım”
Psikologların sanılanın aksine doğruyu yanlışı öğreten insan olmadığını, davranışlarını değiştirmek ve geliştirmek isteyen insanlara hizmet verdiklerini vurguluyor Prof. Dr. Dökmen öncelikle. Bu açıdan olaylara yaklaşırken, bir psikologdan mucizeler beklenmemesi gerektiğini de hemen ardından vurguluyor. Ancak, büyük kurumların insan kaynakları departmanlarında ve bütün spor takımlarında psikolog ve psikolojik danışman olması gerektiğini ısrarla savunuyor. Yılda bir ya da iki kez alınan şirket eğitimlerinin yetersiz olduğunu, şirket içinde gruplar kurarak motivasyonu artırıcı etkinlikler yapacak, daha iyi ekip olmaya yol açacak etkinlikler yapacak psikolojik danışmanların olmasında fayda olduğunu söylüyor. Günlük yaşamdaki klasik iletişim tarzının kurumlara zarar verdiğini de ifade eden Dökmen, “Aklı ve duyguyu iyi senkronize edemiyoruz. İş yerlerinde, ‘aklı duyguyla karıştırmayın’ diyorlar. Ama işin içinde duygu olmadan nasıl yaşanabilir ki? Sevmeden bir işe heyecan katmanız mümkün mü? İşimize duygularımızı katmayalım yanlış ifade, şablon. Bunun doğrusu işimize duygularımızı yeteri kadar katalım. Müşteri borcunu ödemeyince ağlamaya başlama, ama gözünü seveyim iş yerine severek gel, heyecanın olsun” diyor.
IQ ve EQ’yu iyi kullanan yönetici başarılı olacağını da vurgulayan Dökmen, bu konuda heyecanı ile çalışan bir yönetici örneği veriyor: “Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Başkanı Cem Kozlu, ekibini büyük bir heyecanla, kabına sığmayan bir motivasyonla yönetiyordu. Onun enerjisi, aynı şekilde personeline geçerdi. Çünkü nezle grip de, karamsarlık da, neşe de karşıdakine geçer. Genel müdür gerginse, motive olmuşsa, iyimserse bütün bunlar elemanına geçer.”
Klasik yöntemlerden vazgeçmenin, liderliğin öğrenebilecek bir şey olduğunun anlaşılmasıyla daha da kolay olacağını belirten Dökmen, “Bir insanda bütün potansiyeller vardır, ama hangisinde eğitim alırsanız o yönünüzü geliştirebilirsiniz” diyerek bu tabunun yıkılması gerektiğini vurguluyor.
     
“50 yaşında daldan dala atlatıyoruz”
Türk iş dünyasında bugün yaşanan sıkıntıların aslında, temel eğitim sistemindeki hatalardan kaynaklandığını belirten Dökmen, kendi kuşağının, ilkokulda resim, müzik beden eğitimi yerine hep matematik dersi yaptığını, halbuki bunun yanlış olduğunu söylüyor. “Avrupalı ilkokulda dil öğretiyor, resim, müzik, beden eğitimi yapıyor. Beden eğitiminde, takım olmayı, müzik dersinde ortak ritm tutmayı, resim dersinde de kompozisyonu çerçeve içine sığdırmayı öğretiyor. Bu üç beceri iş dünyasında işe yarıyor mu? Yarıyor... Ekip olmayı, ortak ritm tutmayı, senkronize olmayı ve kompoze etmeyi öğreniyorlar. Biz bunları ilkokulda yapmak yerine, 50 yaşından sonra yaptırıyoruz. Koskoca adamlara, yönetim kuruluna tulumları giydiriyoruz, onları daldan dala geçirmeye çalışıyoruz. İki tepe arasında suni bir köprü kurup, yönetim kurulu başkanları, bellerinde ip, tek sıra, önde bu tepeden öbür tepeye geçti mi şirket kurtuldu. Bu biraz komik geliyor.”
‘Okullarda, matematik, fizik hocasının kapısında veli sırası olur, beden müzikte kimse yoktur’  diyen Dökmen, sanat ve spor alanında sürekli olarak dünya çapında başarılarımızın olmayışını da bu duruma bağlıyor. “Benim ülkemde ne zaman resim, müzik, beden eğitimi hocalarının kapılarında da kuyruk olacak, işte o zaman sanatta ve sporda dünya çapında sürekli başarı gösterebileceğiz. O alanlara iltifat edilecek. Çünkü marifet, iltifata tabidir.”

“Herkes patlama bekliyor”
Peki, bir psikolog gözüyle Türk ekonomisini ve iş dünyasını nasıl değerlendiriyor ünlü uzman. Ekonominin sosyolojik kurallara dayandığını, artı olarak psikolojik faktörler barındırdığını belirtiyor Dökmen. Son 20-30 yıla nazaran iş dünyasında gelişme, ilişkiler ve yönetim biçiminde değişikliklerin olduğunu, kurumsallaşmanın gereğini pek çok şirket anladığını da vurguluyor. Bu noktada, ‘Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir’ sözüyle, Türklerin heyecanla işe başladığını, ama sebat edip sonunu getirmediğine dair eleştiriyi de yapmadan edemiyor. Dökmen’in yeni akımları bir moda halinde tüketmek ve kaz adımlarına heves etmek yerine bir çözümü var: “İş dünyasına kai-zen gerekiyor. Kai-zen nedir? Japon mucizesinin özeti... Küçük adımlarla istikrarı ve gelişmeyi sağlamak… Bizde kai-zen yok, kaz adımları var. Yani, iki adım atıyoruz ve ani bir patlama bekliyoruz. Ekonomide patlama bekliyoruz, ihracatta patlama bekliyoruz. Hiçbir yetkili şunu demez, ‘bu yıl turizmde yüzde 3 gelişme bekliyoruz’. Herkes ‘patlama bekliyoruz’ der. Ama bu yıl 3, seneye de 3, 10 yılda grafik yükselecek. Ama biz bunun için sabırlı değiliz. Yüzde 800’lük, yüzde 1.500’lük gelişme bekliyoruz. Bu iyi bir yaklaşım değil.”
Dökmen, ekonomide makro düzeyde kaz adımı merakı olduğu için bireyde de kaz adımı eğilimi olduğuna dikkat çekiyor. Bu yüzden, köyden kente göç eden birinin kazandığı parayı çok kısa zamanda katlayarak büyütme hayalinin olduğunu da belirtiyor.


"Koskoca adamlara, yönetim kuruluna tulumları giydiriyoruz. İki tepe arasında suni bir köprü kurup, yönetim kurulu başkanları, bellerinde ip, tek sıra, önde bu tepeden öbür tepeye geçti mi, şirket kurtuldu. 
Bu biraz komik geliyor."
   
Neden topyekün değil?
Gelelim kişisel gelişim alanınına. “Kişisel gelişim alanı dürüst ve hakkıyla yapılırsa, iş dünyasının ihtiyacı olan bir şey. Ekonomi güçlenirse, bu alan da güçleniyor. Şarlatanların olmaması gerekiyor. ‘Ne iş olsa yaparım abi!’ modeli bize özgüdür” diye özetliyor sorumuzu Dökmen. 
Vergisini verebilmek için Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi öğretim üyeliğini kısmi statülü hale dönüştüren Prof. Dr. Dökmen, arkadaşlarıyla birlikte 2005 yılında kurduğu Üstün Dökmen Yaşam Boyu Gelişim ve Eğitim Akademisi’nde de kişisel gelişim seminerleri veriyor. Dökmen, “Kişisel gelişim lafını da pek sevmiyorum. Neden topyekûn gelişmiyoruz? Ailecek, ülke olarak gelişmiyoruz? Topyekûn gelişmek istiyorsak, kişisel gelişim alanında çalışanların da buna destek vermesi ve ücretsiz eğitimler vermeleri gerekiyor” çağrısını yapıyor.
     
Devlet kurumlarına ücretsiz eğitim
Dökmen, devlet kurumlarına, devlet üniversitelerine, yurtdışındaki Türklere ücretsiz eğitim veriyor, yol parası da almıyor. Televizyon programı Küçük Şeyler için yılda 13-14 bölüm hazırladığını, bunun dört ayını aldığının bilgisini de veren Dökmen, “Televizyon programı halka hizmet içindir. Bu dört ayın karşılığı aldığım ücret çok az. Üç buçuk ay ücretsiz çalışıp, 15 günlük ücret alıyorum. Dışarıda daha fazla kazanabilirim, ama bunu bir sosyal sorumluluk projesi olarak görüyorum. Kişisel gelişim alanında çalışan birisi, ücretli olduğu kadar, ücretsiz de hizmet vermeli. Dişçiyseniz de, elbette parayla bakım yapacaksınız ama bir hafta sonu arabanıza binip alet çantalarını alıp köyleri dolaşabilir ve ücretsiz muayene yapabilirsiniz. Bütün meslekler için bu geçerlidir” diyor.
     

“TERİM’İN AGRESİFLİĞİNİ ÖLÇTÜK MÜ Kİ?..

Fatih Terim agresif, peki biz milletçe çok mu sakiniz?  Fatih Terim’in agresif olup olmadığını tartışmadan önce 70 milyonun günlük hayatta verdiği tepkileri incelemek gerekir. O futbolcular 70 milyonun içinden çıkıyor. Fatih Terim de Türkiye’de yetişti, futbolcumuz da.


FATİH Terim’in girişimiyle geçtiğimiz Mart ayından bu yana futbol milli takımının psikolojik danışmanlığı Prof. Dr. Üstün Dökmen’in işi. Dökmen, tüm milli takımlar için başında kendisinin bulunduğu bir psikolojik danışmanlık bölümü oluşturmaya yönelik çalışmalarını sürdürüyor. Ekipte, Dökmen dışında psikolojik danışmanlar, psikologlar ve spor danışmanları yer alacak. Dökmen, daha önce başka takımlarda psikolojik danışmanlık yaptığını, ama esas olarak psikolojik danışma departmanının olması gerektiğinin altını çiziyor. Kendisi de hem psikolog, hem de psikolojik danışman olan ve göreve geldiğinde ayağının tozuyla kendini Euro 2008 Avrupa Futbol Şampiyona’sının içinde bulan Prof. Dr. Dökmen’e, çok tartışılan ve mucize olarak görülen başarıyı soruyoruz.
Euro 2008 için Antalya kampında teknik kadro, futbolcular ve eşleri, hatta güvenlik görevlilerine de seminerler veren Dökmen, takım olma ruhuyla ilgili futbol oynamaya yardımcı olacak zihinsel düzenlemeler konusunda çalışmalar yaptıklarını anlatıyor. Bu çalışmalar sırasında, agresif tanımlaması yapılarak eleştirilere maruz kalan Fatih Terim’i bir psikolog gözüyle nasıl gördüğünü soruyoruz. “Onun agresifliğini ölçtük mü? Fatih Terim agresif, peki biz milletçe çok mu sakiniz” yanıtını veriyor.  Fatih Terim’in agresif olup olmadığını tartışmadan önce 70 milyonun günlük hayatta verdiği tepkileri incelemek gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Dökmen, “O futbolcular 70 milyonun içinden çıkıyor. Fatih Terim de Türkiye’de yetişti, futbolcumuz da... 70 milyon sakin değil bence. Apartmanların yarısına yakını Türkiye’de huzur apartmanı adını taşır. Niye? Çünkü huzur verir. Bir de apartmanda oturanlara sakin denir. Apartman sakinlerinin hiçbiri de sakin değildir. ‘Sayın Huzur Apartmanı sakinleri, lütfen sakin olunuz.’ Hepsi de hemen kavga etmeye hazırdır. Türkiye’de, apartman toplantılarının yüzde 50’sinden fazlası kavgalıdır. Komşusunu mahkemeye veren çoktur” diyerek 70 milyonun tablosunu çiziyor.

Sakinlik gerçekçi olmaz
Bu konuda pek çok çarpıcı örnek veren ve televizyonda, trafikte, askerlikte, eğitimde, genel gerçeğin ‘öfke’yi barındırdığını savunan Dökmen, “Şimdi böyle bir durum içerisinde 23 futbolcu, bir antrenör çıkmış, sakin olsalar melek gibi olsalar şaşardım. Tuhaf olurdu. Bu Türkiye’yi yansıtıyor. Adanalı biri. Türkiye yetiştirmiş. Gökten düşmedi, ithal edilmedi, burada yetişti. Ama genelde gerginiz, o da gergin. Efendim milli takım sakin olsun, antrenör hepsi sakin olsun. Bu gerçekçi değil” diyor.
Prof. Dr. Dökmen, ÖSS sınavına giren bir çocuğa, ebeveynlerinin kızgın olsa da bunun tepkisini sınav sonrasına sakladığı örneğini veriyor ve ekliyor: “Şimdi milletçe ana baba rolüne girelim. Milli takım çok önemli bir sınava hazırlanıyor. Futbolcu da gergin, antrenör de gergin. Sınava giden bir genç gibi agresif davranışta bulunabilir antrenör. Milletçe hemen bunun cevabını vermeli mi? Basın hemen bunu bastırmalı mı? Daha üste çıkıp daha agresif laflar söylemeli mi? Yoksa yutmalı, sessizce oturmalı mı? Hangisi gerekir? Eğer şampiyonluk ilgilendirmiyorsa, milli takım ilgilendirmiyorsa, o zaman kız. Ama hepimiz iyi bir sonuç istiyoruz. O zaman sınava götürdüğü çocuğa kızmayan, sınava giden gencin sabah kahvaltısında çemkirmesini yutkunan anne baba gibi millet de buna yutkunacak.  Biz de 70 milyonluk bir aile gibi davranıp, böyle durumlarda hoşgörülü olalım.”

Aklını ve duygularını senkronize kullanıyor
Prof. Dr. Dökmen’e, Fatih Terim’i bir yönetici olarak nasıl değerlendirdiğini soruyoruz. “Bu konuda hiçbir yorum yapamam. Hangi konuların bana geldiğini de söyleyemem. Psikolojide ‘söz namustur’ kavramı vardır. Bizim için sır saklamak namustur. Ben bunu, eşim meslektaşım olduğu halde, onunla bile konuşmam. Aynı şekilde bireysel görüşmeleri de antrenöre anlatmam” diyor. Bununla birlikte özel eğlence maçları ve yemeklerde gördüğü Fatih Terim’i aktarmadan edemiyor. Dışarıdan halkın gördüğü agresif, sinirli Fatih Terim ile gerçek Fatih Terim’in farklı olduğunun altını çiziyor. “Çok ciddi bir antrenör, antremanı iyi yaptırıyor. Ama antreman dışında inanılmaz şakalar yapıyor çocuklara. Çocuklar da ona yapıyor. Bazen üç antrenörle üç futbolcu aralarında maç yapıyorlar. Fatih terim onlara kızıyor, futbolcular da ona kızıyor bu maçlarda. Görseniz şaşarsınız. Arkadaş gibi. Kamuoyuna yansıyan doğru değil.”
Devamlı kızan, devamlı öfkelenen, bağıran, sürekli futbolcuları geren birinin takımı yetiştiremeyeceğine de vurgu yapıyor Dökmen, ‘Fatih Bey renkli bir insan, ama dışarıdan bakan bu rengin bir tanesini görüyor. Basın eleştiriyor olabilir, ama kendisi de farkında olmadan aklını ve duygularını oldukça iyi-senkronize kullanan bir yönetici’ diyor.
     
Arda ve Nihat’ın başarısının sırrı

Futbolcularla birebir görüşmeler yapan Dökmen’e, Çek Cumhuriyeti maçında 75’nci dakikaya kadar 2-0 yenik olan milli takımın, Arda ve Nihat’ın golleriyle çeyrek finale taşınmasındaki sırrı da sorduk. Birçok spor yazarının ‘biz bu durumun açıklamasını yapamıyoruz’ dediği, bu başarının sırrının ‘yılmazlık’ ve ‘öğrenilmiş iyimserlik’ kavramlarında olduğunu belirtiyor Dökmen ve şöyle açıklıyor:
“Mesela çok kötü şartlarda, gecekonduda yaşayan bir çocuk vardır. Her şeye rağmen çalışır çabalar okur. Bunun gibi. Yılmazlık denen kavram çok kötü durumlarda pes etmeyip havlu atmamak anlamına geliyor. Kurtuluş Savaşı’nda yılmazlık kavramıyla başardık. İkincisi de, psikolojideki diğer önemli kavram olan öğrenilmiş iyimserlik. Biz seminerlerimizde, iyimserliği ve yılmazlığı vermeye çalışıyoruz. ”

1 MİLYON KİTABI SATILDI
Sistem Yayıncılık’tan alınan bilgiye göre Prof. Dr. Üstün Dökmen’in 12 kitabı toplam 1 milyon baskı adedini yakalamış durumda. Son kitabı Küçük Şeyler 3 ise Remzi Kitabevi tarafından yayınlanıyor. Dökmen’in kitapları şunlar:
1. İletişim Çatışmaları ve Empati
2. Varolmak Gelişmek Uzlaşmak
3. Küçük Şeyler
4. Küçük Şeyler-2
5. Sosyometri ve Psikodrama
6. Ladesçi
7. Komşu Köyün Delisi
8. Nokta Nokta Hanımın Hayatı
9. Oyunlar-Tiyatro
10. Bir Yumurtanın Tarihçesi
11. Selam
12. Yağmurda Yangın
13. Küçük Şeyler3- Yaşama Yerleşmek




Genlerden doğan ekonomi

 


Gen araştırmaları bugün dünyanın en popüler bilim dalı. Ama Türkiye biraz geriden geliyor. Üniversiteler dışında ilk girişim Dr. Serdar Savaş’tan geldi. Dr. Savaş’ın hedefi yakın zamanda 10 bin kişinin genetik bilgilerine ulaşmak.

HABER: BAHAR ÖZTOP
TURKISHTIME-AĞUSTOS 2008


Dünya, yeni yeni gelişen kişiye özel tıp alanında genetik biliminin her türlü nimetinden yararlanıyor. Bu konuda yapılan sayısız çalışmanın tatlı sancısı ise kişiye özel tıp. Çünkü bu alan, hem gıda hem de ilaç sektöründe büyük değişimlere ve uygulamalara gebe. Dolayısıyla bunlarla ilgili teknolojik ve ekonomik gelişimlere de... Sessiz sedasız yürütülen bilimsel araştırmalar, önümüzdeki 10 yıl içinde hayatımızın her alanında kendini gösterecek. Toplum sağlığı genom bilimi araştırmaları sonucunda ortaya çıkacak veriler, yani genotipimiz bir çipe aktarılacak. Böylelikle genetik olarak yatkın olduğumuz hastalıkların yanında, hastalık eşiğini aşmamak için ihtiyaç duyduğumuz besinler, vitaminler, mineraller ve egzersiz programları, hastalanmamız halinde uygulanması gereken tedavinin niteliği ‘kişiye özel’ olarak belirlenecek.
Genelgeçer bilgiler ve toplum için alınan ortalama değerlerle elde edilen ürünler, yerlerini kişisel ürünlere bırakacak. Nutrigenetik (beslenme genetiği) ve farmakogenetik (ilaç genetiği) biliminden de destek alan bu çalışmalar, üretimde verimin yanı sıra, maliyetlerin düşmesine de büyük katkı sağlayacak.
Genar Enstitüsü Toplum Sağlığı ve Genombilim Araştırmaları Merkezi kurucusu Dr. Serdar Savaş, konuya dikkat çeken ve bunların hayal olmadığını savunan isimlerden biri. Dr. Savaş, uzun yıllar Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölge Ofisi’nde sağlık politika ve sistemleri program yöneticisi olarak çalışmış, Sağlık Bakanlığı’nda müsteşarlık görevinde bulunmuş, pek çok ülkenin sağlık sisteminin geliştirilmesinde kilit rol almış önemli bir bilim adamı. Dr. Savaş, dünyada ‘kişiye özel tıp’ konusunda yapılan çalışmaların 2000 yılından bu yana ivme kazandığını anlatıyor.  Dr. Savaş, 21’nci yüzyıl başladığında insanoğlunun sağlık yapısında da kritik bir aşama geçirdiğini, akut hastalıkların yerini kalp, diyabet, Alzheimer gibi ileri yaş hastalıklarının aldığını belirterek, bunlar için alınacak önlemlerin de farklılaşmasının artık bir gereklilik olduğunu söylüyor.


Her şey ‘kişiye özel’ olacak
Aynı tek beden bir elbisenin herkese uymaması gibi, genelgeçer önerilerin ve toplum ortalamasına göre geliştirilen metotların tek tek bireylere uymayacağını, bu nedenle de gen araştırmaları sayesinde elde edilen bilgiler ışığında, artık kişisel çözümlerin de geliştirilmeye başlandığını belirtiyor Dr. Savaş. Bireyin taşıdığı genlerin özelliği ve yaşam tarzına bağlı olarak ‘kişiye özel tıp’ kavramının ortaya çıktığına değinen Dr. Savaş’a göre, önümüzdeki 10 yılda bu konuda müthiş gelişmeler yaşanacak.

“Yani bundan 10 yıl sonra, otomatik bir süt makinesinin önüne gidip genetik bilginizi içeren çipli kartınızı bu makineye yerleştirdiğinizde, kendi genetik yapınıza en uygun süt karışımını satın alabileceksiniz.
Yeteri kadar folik asit, yeteri kadar B6, yeteri kadar kalsiyum, yeteri kadar yağ... Dahası kişiye özel vitaminler, kişiye özel tedavi yöntemleri, kişiye özel besinler, kişiye özel egzersizler... Nestle’nin İsviçre’deki nutrigenetik araştırma merkezinde 120 bilim adamı bu konuda çalışmaya başladı bile.”

Avrupa’daki üç merkezden biri
Bu gelişmeleri yaratacak araştırmalar, toplum sağlığı genombilimi adı altında yapılıyor. Araştırmaların hedefi, insan genomuna dayalı bilgi ve teknolojilerin toplumun sağlık düzeyinin yükseltilmesi amacıyla etkili ve sorumlu bir şekilde kamu politikaları ve sağlık hizmetlerine dönüştürülmesi. Dr. Savaş’ın verdiği bilgiye göre dünyada bu konuda çalışan yaklaşık 40 merkez bulunuyor. Amerika’da ilk uygulamaları 2003 yılında başlayan bu araştırma modeli, Türkiye için de çok yeni. Dr. Serdar Savaş’ın, 2000 yılında dünyadaki teknolojileri araştırarak fikir olarak geliştirmeye başladığı, 2004 yılında ise resmi olarak Hacettepe Üniversitesi Teknokent’inde kurduğu Genar Enstitüsü, Avrupa’da Cambridge (İngiltere) ve Bielefeld (Almanya) ile birlikte Avrupa'daki üç toplum sağlığı genomiği merkezinden biri. Türkiye’de ise bir ilk...

SERDAR SAVAŞ: “Türkiye’nin şu anda dünyayı uzay ve enerji açısından yakalaması ve öne geçmesi zor. Ancak, genetikte Türkiye dünyadaki lider ülkelerden biri olabilir.  Benim bildiğim su yüzüne çıkmamış çok değerli çalışmaları olan bilim adamları var.”
Dünya çapında projeler
Genar Enstitüsü’nün ürün derinliği ve çeşitliliği açısından şu anda dünyadaki en iyi merkez olduğunu savunan Dr. Savaş, yapılan çalışmalara dikkat çekiyor. Bunlardan biri OBESİS adı verilen obezite projesi. Bu projenin dünyadaki en derin ve en önemli araştırmalardan biri olduğunu söyleyen Dr. Savaş, Türkiye’nin seçilmiş coğrafi bölgelerinden, gen örneklerini toplamak ve örneklere dayalı olarak da bir algoritma çıkartıp bunu da bir yazılım haline getirmek için çalıştıkları bilgisini veriyor. TÜBİTAK, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı, Türk Diyabet ve Obezite Vakfı’nın da destek verdiği yaklaşık 3 yıl sürecek bu çalışmanın sonucunda, Türkiye’deki insanların neden kilo aldıklarını ve nasıl beslenirlerse kilo almayacakları gibi bilgiler ortaya çıkacak. Dr. Savaş, “Bireysel farklılıkları doğru analiz edip yaşam tarzını ona göre ayarlarsak, o bireyi hastalıktan koruyabiliyoruz. Obeziteyi, genetik bilgiyle önlemek mümkün” diyor.
Genar Enstitüsü’nün dahil olduğu diğer önemli bir araştırma ise, Epicure. Dr. Savaş bu projeyi şöyle anlatıyor:  “Türkiye tarihinde ilk defa Avrupa’da yürütülen bir tıbbi araştırmanın analizlerini yapıyoruz. Epicure projesinde, sara hastalığının genetik nedenleri ve ilaca cevap vermekteki genetik özellikleri analiz ediliyor. Yedi Avrupa ülkesinin yürüttüğü bu çalışmada bütün laboratuar hizmetlerini biz veriyoruz. Proje ortakları İtalya, Almanya, Fransa, Portekiz, Belçika, İngiltere ve İspanya... Daha önce biz yurtdışına analiz örneklerimizi gönderirdik, artık Avrupa’dan bize getiriyorlar analiz için...”
Dr. Savaş, İsviçre, İtalya, Almanya, Tayland ve Yunanistan’a hizmet satma aşamasına geldiklerine de değiniyor:  “Rahatlıkla iddia edebilirim ki, kendi yaptığımız çalışmada, biz dünya lideriyiz. Çünkü uluslararası konferanslarda, kongrelerde yaptığımız çalışmaları anlattığımızda insanlar ‘bu know-how’ınızı paylaşalım’ diyorlar.  Hamburg Üniversitesi’ne bağlı bir enstitü ile geçtiğimiz günlerde anlaşma imzaladık. Onlara gentest hizmeti sunacağız. Hatta hasta bilgilerini buraya gönderecekler. Biz burada analizlerimizi yapıp göndereceğiz.”

‘Türkiye’nin geleceğini genetik yaratabilir’
21’nci yüzyılda insanoğlunun geleceğini etkileyecek üç çalışma alanının olduğunu dile getiriyor Dr. Savaş: uzay, enerji ve genetik.  Sadece insan genetiğinin değil, ama bunun yanında hayvan ve bitki genetiği çok önemli olduğunun altını çizen Dr. Savaş, genetiği değiştirilmiş organizmalar insanlara ve hayvanlara zarar veriyor mu, verecek mi, verdi mi gibi soruların yanıtlarının aranacağını ifade ediyor.  Bu alanda Türkiye’yi liderliğe taşıyacak bilim adamlarının bulunduğunu da belirten Dr. Savaş,
“Türkiye’nin şu anda dünyayı uzay ve enerji açısından yakalaması ve öne geçmesi zor. Ancak, genetikte Türkiye dünyadaki lider ülkelerden biri olabilir. Benim bildiğim su yüzüne çıkmamış çok değerli çalışmaları olan bilim adamları var. Tıbbi genetik diye bir alan var. Genetik hastalıklarla ilgili çalışır. Bu alanın lideri Amerika’dır. Bu alanda bizim pek bir gelişme şansımız yok. Hastalıklar nadir olduğu için toplum sağlığı oluşturmak açısından da küçük bir yer tutar. Ama kompleks hastalıklardan kurtulmak için, şu anda Bilkent, Hacettepe, Boğaziçi, Yeditepe, İstanbul Üniversitesi, Ege Üniversitesi, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin araştırma merkezlerinde çok güzel nutrigenetik ve farmakogenetik çalışmalar yapılıyor. Hemen hemen hepsi de dünya literatürüne girmeyi başarmış değerli çalışmalardır” diyor.

Dr. Serdar Savaş İstanbul’daki Gentest Uygulama Merkezi’nde şu ana kadar genetik bilgilerini edinerek yaklaşık 700 danışana hizmet verdiklerini söylüyor. Ancak bu rakamın yakın gelecekte 10 bini bulacağını tahmin ediyor.

Türk işadamlarına yatırım çağrısı
Dr. Savaş, yıllardır edindiği tecrübeyi ve birikimi ortaya koyduğu Genar Enstitüsü için yaklaşık 7 milyon dolarlık bir yatırım yaptığını, çünkü bu alanın Türkiye’nin mukayeseli bir avantaja, rekabet üstünlüğüne götürebileceği bir alan olduğunu anlatıyor. Genar Enstitüsü’nde 25 kişilik bir ekiple çalışmalarını yürüten Dr. Savaş’ın işadamlarına da çağrısı var. Yurtdışından birçok ortaklık teklifi aldığı halde buna sıcak bakmadığını kaydeden Dr. Savaş: “Türk işadamlarını bu alanda yatırım yapmaya davet ediyorum. Çok karlı bir alan...  Araştırmalar uzun yıllara dayanır ve bazen bir yanıt alınamayabilir. O nedenle, projeler belli bir kuluçka evresini doldurup artık yumurtadan çıkınca, ona yatırım yapsınlar.  Biz şu anda gerekli sermayemiz olsa, olduğumuzun on katı kadar büyüyebiliriz. Bir işadamı, vizyoner, finansör gelse bizim yaptığımız işi incelese, bunun dünyadaki fırsatlarını görse, bizim şimdi bir yaptığımız işe 1 yatırsa, 5 sene sonra 20-30 alır. Yabancılardan bize teklif geldi, ama ben prensip olarak bunun Türkiye’de yapılmasını istiyorum. Bu işi dışarıda yapmak isteseydim zaten yurtdışında yaşıyordum. Orada yapardım. Pek çok kuruluştan CEO’luk ve ortaklık teklifi almıştım. Ama benim iddiam bunu Türkiye’de, Türklerle birlikte yapmak. Ve dünyaya ‘bak işte bunu biz yaptık’ demek.”

HASTA OLMADAN ÖNLEM ALMAK İÇİN
Özel sektörün girişimciliğiyle, üniversitenin teknik altyapı ve imkanlarının buluştuğu bir yatırım olan Genar Enstitüsü’nün İstanbul’da bir uygulama merkezi de bulunuyor. Bu merkeze, sağlıklı insanlar, kilo problemi olanlar ya da ailesinde kalp şeker kanser gibi hastalıkları olan kişiler başvuruyorlar. ‘Danışan’ adı verilen bu kişilerden alınan kan ve idrar örnekleri alınıyor. Ayrıca, tıbbi bilgi ve değerlendirme formu dolduruluyor. Bu form, kişinin bütün yaşamla ilgili özellikleri, aldığı gıdaları ve ilaçlar, yaptığı egzersizler vs gibi bilgiler içeriyor. Bu formu doldururken Türkiye’de bir ilk olan ve Genar’ın geliştirdiği ‘Besin Atlası’nı kullandıklarını anlatan Dr. Serdar Savaş, sürecin geri kalanını şöyle anlatıyor:

1500 ila 5000 YTL arasında değişiyor
“İnsanların genel olarak şunu bunu yerim diye yuvarlak olarak söylediği ve çoğu zaman yanlış hatırladığı şeyleri biz detaylı olarak onlara gösterip atlastan seçmelerini sağlıyoruz. Egzersizlerini de soruyoruz. Ailesindeki hastalıklar vs. bu sorgulama onların davranışlarıyla ilgili çok ciddi davranış farkındalığı yaratıyor. Alınan bilgiler, Ankara’daki Genar Enstitüsü’ne gönderiliyor. Bu arada soru kağıdı da ‘yaşam tarzı analiz merkezi’nde analiz ediliyor. Birinci bölümde genetik bilimciler, yaşam tarzı merkezinde beslenme uzmanları, gıda mühendisleri ve endüstri mühendisleri var. Her iki birimde elde edilen sonuçlar, kişiye özel tıp merkezine geliyor. Tıp merkezinde de doktorlar ve beslenmeciler tarafından rapor hazırlanıyor. Bu raporun sonucunda, 2.5-3 saat süren bir oturum yapıyoruz danışanı çağırarak. Bu oturumda hekim ve diyetisyen bulunuyor. Bu oturumda danışan önce, hastalıklara yatkınlık özelliği anlatılıyor. Böylelikle kişiye özel bir yaşam planı ve sağlıklı bir yaşam için alması gereken önlemleri çıkarmış oluyoruz. Bu hizmetin bedeli 1500 ila 5000 lira civarında değişiyor.”

Fikri takip: Röportajımızdan yaklaşık 1 yıl sonra, Dr. Serdar Savaş, talep olmadığı için Etiler'deki Gen Merkezi'ni kapatmak zorunda kaldı. Savaş, çalışmalarına .........

Global 500 Türk - İkinci Araştırma

Küresel şirketler, rekabetçi baskılar karşısında esnek olabilecek yöneticilere, her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyor. Bu da Türk yönetic...